İnfaz kelimesi bugün neredeyse sadece yargının verdiği bir cezanın yerine getirilmesi ve oradan yola çıkarak da bir yaşamın bitirilmesi anlamlarında kullanılır oldu ama III. Selim birilerine çok basit bir şey söylüyor, “siz söyleyin ben yapayım” diyordu…
Geçen yazımda Osmanlı kültüründe meşveretin tarihî derinliğinden ve yaygınlığından bahsetmiştim. Tarihçilerin daha önce de dikkat çektikleri üzere, 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarındaki sürekli kriz ortamı, meşveret ilkesine daha güçlü ve sık vurgu yapılmasına neden olmuştur. Seferberlik, savaş, barış, toprak verilmesi gibi toplumun genelini yakından ilgilendiren büyük konularda padişahlar, hem toplumsal mutabakat ve meşruiyet sağlayarak keyfî iş yapmadıklarını göstermek istemişler hem de toplumun kaderinde tek sorumlu olmadıklarını vurgulayarak kendilerini ibra etmek amacı gütmüşlerdir.
Bir genelleme yapacak olursak, kriz ne kadar büyükse, özel olarak o meseleyi konuşmak için düzenlenen meşveretin de o kadar geniş katılımlı olduğunu söyleyebiliriz. “Meclis-i Umumî” denilen ve bazıları büyük camilerde düzenlenen bu tür toplantılarda sadece eski ve görev başındaki devlet görevlileri ile din adamları değil, sivil toplumun çeşitli kesimlerinden de katılanlar olurdu.
Bildiğim kadarıyla tek olan bir örnekte ise, meşveret için fizikî olarak bir toplantı düzenlenmemiş ama görüş sahiplerinin, görüşlerini yazılı olarak padişaha sunması istenmişti. III. Selim, 1792’de, Osmanlı devletinin Avusturya ve Rusya ile iki cephede birden olan savaşlarının yenilgiyle sona ermesinden hemen sonra, hatta Ruslarla Yaş Antlaşması henüz imzalanmamışken, “nizam-ı devlete” dair, eski ve görevdeki devlet adamlarından layihalar yazmalarını istemişti. 200 kadar kişiye giden bu talebin muhataplarının sadece eli kalem tutan ulema ve rical olduğunu belirtelim. Bunlardan ne kadarının bir layiha ile bu yazılı meşverete katıldığını bilemiyoruz ama bugün elimizde olan 22 layihadan daha fazlasının yazıldığına şüphe yoktur. Cevdet Paşa’ya göre, padişahın yakın adamlarının layiha sunanlardan bazılarının görüşleriyle alay etmesi ise epey bir dargınlık nedeni olmuş.
Bu noktada, meşveretin her şeyden önce bir yöntem olduğunu, dolayısıyla sadece bu tür geniş katılımlı toplantılarda gündeme gelmediğini, daha az aciliyet ve kriz içeren çok daha rutin toplantılar için de meşveret veya meşveret meclisi nitelemesinin yapıldığını belirtelim. Dahası, dönemin kaynaklarında, devlet karşısındaki grupların, hatta Avrupalıların da kendi aralarında “meşveret” yaptıkları yolunda pek çok kayıt vardır.
Meşveret faaliyetinde bulunan meclislere ise, tarihçi Ali Akyıldız’ın tesbit ettiği üzere Meşveret-i Hâssa, Meclis-i Hâs, Meşveret-i Havâs, Meclis-i Şûrâ, Dârü’ş-şûrâ, Meclis-i Müşâvere, Encümen-i Meşveret, Meclis-i Hâssü’l-hâs, Encümen-i Şûrâ gibi değişik isimler verilirdi. Bu isimlerden bazılarının aynı meclis için kullanıldığı anlaşlıyor. Öte yandan, Akyıldız’ın belirttiği gibi, mümkündür ki katılımcıların konumları ve sayıları da isimlendirmede farklılığa neden olmuş olsun.
Her hâlükârda, jenerik olarak Meclis-i Şûrâ diyebileceğimiz meclisin, 18. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak, gündemli ve düzenli olarak toplanan, üyeleri ve oy verme şekli belli bir mekanizmaya dönüşmüş olduğunu söyleyebiliriz. Hatta bu meclisin, yalnızca danışma ve görüş üretme işlevinin ötesine geçip, III. Selim döneminde yönetmelikleri ve kanunları hazırlayarak bir tür erken yasayıcılık işlevi kazandığını gösteren kayıtlara da sahibiz. Meselâ, Nizam-ı Cedid döneminde tımarlı sipahiler ve diğer dirlik sahipleri için yapılan yeni kanunun mukaddimesinde III. Selim, “ittifâk-ı ârâ ile bu kanun-ı cedidi vaz’ eyledim ve tecdîd-i şurut değil, kanun-ı müstebid ettim” demektedir. Yani, oybirliği ile bu yeni kanunu koymuş ve hükmünü amir kılmış.
Bu noktada biraz duralım; Hicrî 1207 yılında (1792-1793), henüz Osmanlı’da bir parlamentonun mevcut olmadığı bir esnada padişah acaba kimlerin ittifak-ı ârâsından yani oybirliğinden söz etmektedir? Osmanlı İmparatorluğu’nda bir yasayıcılar zümresi mi vardı? Dahası, padişah neden yeni kanunu oybirliği ile uygulamaya koyduğunu söylemek lüzumu hissetmektedir? Nizam-ı Cedid’in bazı başka kanunlarının mukaddimelerinde, bu reyleriyle kanun yapılanların kimler olduğu konusunda açıklık vardır. Nisan 1793 tarihli Arabacı Ocağı kanunnamesinin girişinde, III. Selim, “İşbu kanunname-i hümâyûnum ittifak-ı ârâ-yı ulema ve erbâb-ı şûrâ ile tertib olunup makbûl-ı hümâyûnum olmağla ilâ maşallahu teala düstûrü’l-amel tutulmak üzere” demektedir. Böylece, bu kanun yapıcıların Meclis-i Şûrâ’nın üyeleri olduğunu ve kanunun padişahın onayından geçtiğini anlamaktayız (Bkz. Yunus Koç ve Fatih Yeşil, Nizâm-ı Cedid Kanunları).
Osmanlı’da padişahın kanununun şeriatle uyumlu olması gibi bir anlayışın ta başından beri var olduğu ve ulemanın da bu uyumu sağlamakla yükümlü olduğu söylenebilir. Fakat kendilerine “erbab-ı şûrâ” denilen Meclis-i Şûrâ üyelerinin hepsinin de ulema saflarından olmadığı düşünülürse, salt bu kanunlara bile bakarak, Tanzimat’ın yasayıcısı rolünü üstlenecek olan Meclis-i Vâlâ’nın kuruluşundan çok önce, imparatorlukta yasa taslakları hazırlayan profesyonel bir grup devlet görevlisinin varlığını kabul etmek durumundayız.
Gerçekten de III. Selim ve kendisinden sonraki II. Mahmud dönemlerinde, padişahın attığı her adımı, gerek ulema gerek bürokrat zümresinden belirli kişilerle danışarak attığı ve yapılan her işte bir oybirliği arandığı hususunda ciddî bir vurgu görülmektedir. Bugün anladığımız toplumsal temsille bir ilgisi olmasa da bunun toplum katında çok ciddî bir meşruiyet arayışı olduğunu söyleyebiliriz. Zamanında Enver Ziya Karal tarafından yayımlanan III. Selim’in fermanlarında padişahın meşveretle iş yapma hususundaki istekliliğini ve belki de samimiyetini gösteren pek çok örnek vardır. Bir hatt-ı hümâyûnunda yapılmakta olan sefer hazırlıklarını beğenmeyerek, “Maazallahitealâ devlete tezelzül gelse yalnız bana raci olmayıp cümlenize ait olur. Nasihatımı yerine getirecek hizmete çalışasınız. Ben de sizin birinizim. Beraber çalışırım” demektedir ki askerî sınıftan da olsa, dönemin Osmanlıları, padişahla aralarındaki mesafeyi kaldıran böylesi sözleri, hem de padişahlarından, duymaya herhalde hiç alışık değildi.
III. Selim’in bazı meşveretlere bizzat katıldığını yine kendi yazdıklarından görebiliyoruz. Sadrazama yazdığı bir hattında, “Rikâp günü akçe maddesi için hicabımdan sana, bakayım demiştim. Lâkin benim mektum akçem olmadığını meşveret günü cümleye ilân eyledim. Bende akçe bin kese vardı, Paspanoğlu için işbu seferde sarfeyledik (…) Meşverette söylediğim gibi benden akçe memûl olunmasın…” demektedir. Burası kesin olmakla birlikte, padişahın katıldığını söylediği meşveret meclisinin niteliğini tam olarak bilemiyoruz. Önemli olanın ise padişahın kendi rolünü, esasen meşverette kararlaştırılan hususları uygulamaya koymak olarak gördüğünü ileri sürebiliriz. Yine sefer ve para sorunlarından bahsettiği bir hattında “Eğer benden cevap isterseniz ben rahat ve cem-i mâl hülyasını kurmadım, sizden rey benden infaz lâzım, cümleniz bir araya gelip hazine nerden hâsıl olur ve nereye sarf olunur mülâhaza eyleyip dininiz gibi doğrusunu söyleyiniz” demektedir.
III. Selim, saltanatının en başından son gününe kadar meşveret usûlünü bırakmadı ama sık sık vaki olan yakınmalarına bakılırsa, uygulandığı şekliyle meşveretlerden veya daha doğrusu, meşveretlere katılanların davranışlarından da pek memnun değildi. Bunu da gelecek yazımızda görelim. Kaldığımız yerden devam edeceğiz.