1442-1444 arasındaki Macar saldırısı sırasında Osmanlı devleti çok güç duruma düşmüş ve seferberlik ilân etmek zorunda kalmıştı.
Savaşa katılmanın ne zaman farz-ı ayn yani bütün Müslümanlar için farz olduğu ve ne zaman sadece bir kısım Müslümanın katılmasıyla bu farzın yerine getirilmiş sayılacağı (farz-ı kifaye) yolundaki görüşlere değinmiştik. Bu ayrım savaşın kimin toprağında cereyan ettiğinden kaynaklanmaktaydı. Müslümanların kendi toprakları dışında yaptıkları savaşlar farz-ı kifaye, kendi topraklarında yaptıkları savaşlar farz-ı ayn kategorisindeydi.
Osmanlı dünyasında hangi savaşın cihat, hangisinin gaza olarak adlandırıldığına dair kaynaklardan bize yansıyan keskin hatlarla belirlenmiş bir ayrım bulunmuyor. Pekâlâ, bir savunma savaşı da gaza olarak nitelenebiliyordu. Savaşa verilen addan daha önemli olan husus ise bir savaşta, bugünkü terminolojiyle bir tür seferberlik olarak niteleyebileceğimiz nefir-i ‘âm ilân edilip edilmediğidir. Nefir-i ‘âm ise ancak, Müslümanların yönetimindeki toprakların bir kısmı işgale uğradığında gündeme geliyor ve savaşa katılmayı herkes için zorunlu kılıyordu.
Bu yazıda, Osmanlı kaynaklarına yansıyan en erken nefir-i ‘âm uygulamasına bakalım. Bunun için tabii ki bazı Osmanlı topraklarının işgal edilmiş olması ve Osmanlının savunmada olması gerekirdi ama Osmanlıların, Macaristan ile giderek artan bir dozda çatışmaya başlamasından sonra tam da böyle bir durum vardı. Osmanlıların 1441’deki başarısız Belgrad kuşatmasından sonra, Yanko Hunyad / Hunyadi Janos önderliğindeki Macarlar ve müttefikleri Osmanlı ordularını 1442’de iki kez yenilgiye uğrattı. Osmanlıların sert direnişine rağmen 1443’teki İzladi / Zlatitza Derbendi savaşı da yenilgiyle sonuçlandı. Buna karşın her iki gücün de aşırı hırpalanması Szegedin Barış Antlaşması’nın yapılmasına yol açtı. Peşine, II. Murad’ın tahtı, oğlu II. Mehmed’e bırakarak Manisa’ya çekilmesi geldi. Bu da Macaristan’ın antlaşmayı bozmasına, savaşın yeniden başlamasına neden oldu ve sonunda geri çağrılan Murad, 10 Kasım 1444’te Varna’da haçlı ordusunu yenerek bu gidişi durdurdu.
Osmanlı tarafında bu olayları en iyi anlatan kaynak, bugüne tek nüsha olarak ulaşan Gazavât-ı Sultân Murâd b. Mehemmed Hân adlı gazavât-nâmedir. 1949’da Burdur’un bir köyünde bulunan bu eser 1978’de merhum Halil İnalcık ve Mevlûd Oğuz tarafından yayımlanmıştır. Son derece canlı ve açık bir dili olan bu gazavât-nâme, II. Murad’ın ölümünden sonra, belki II. Mehmed döneminin başlarında yazılmıştır ve ahlâkî bir notla sona ermektedir. Anonim yazarı, Müslümanların, bazen yenilseler ve toprakları işgal edilse de, bunu Allah’ın karşı tarafa yardımı olarak görmemelerini telkin ediyor ve “Belki istidrâc tariki iledir” diyerek bu tür başarıların geçici olacağını, Müslümanlara düşenin isyanlarından dolayı tövbe etmek ve dua ederek Allah’ın yardımını dilemek olduğunu söylüyor.
Eserdeki kahramanlar kadrosunun başında II. Murad’ın kendisi geliyor. Karşıda ise sürekli “fitne çömleği kaynatan” ve Osmanlıya karşı Papayı, Macarları veya Karamanoğlu’nu kışkırtan şeytanî bir İstanbul tekfuru ve tabii ki diğerleri var. İlginç bir nokta ise, yazarın “[O]l herif beğ değil bir belâ-i siyâh idi” diye bahsettiği ünlü akıncı beyi Turahan Bey’den de hiç hazzetmemesi…
Belki de bir gazavât-nâmeden beklenebileceği gibi, yazar, Osmanlılar ve hasımları arasındaki çatışmaları din uğruna yapılan savaşlar olarak sunuyor. Osmanlıların, Macar saldırısı karşısında epeyce bunaldıkları ise metnin her tarafından anlaşılıyor. Yanko’nun yürüyüşü Rumeli’ndeki Osmanlı birliklerini çok sarsar. Üstelik Rumeli Beylerbeyi Kasım Paşa ve Turahan Bey birbirleriyle pek anlaşamamaktadır. Turahan, Laz-eli’ni yakarak İzinbol yönüne kaçar. Kasım Paşa, Niş Derbendi’nden geçerek Şehirköyü’ne çekilir. Niş kasabası ve köylerinin yakılmasını emreder. Orada da tutunamaz, Şehirköyü’nü de yakarak Sofya’ya ulaşır. Sofya’da Turahan ile buluşur, “[B]irbirlerine iri yarı sözler söyleyüb hay senden, yok senden oldu” diye tartışırlar.
Vaziyeti öğrenen II. Murad, ordunun hazırlanmasını emreder. Bir gün hazırlıkların ne âlemde olduğunu sorduğundaysa vezirleri, yeniçeri ve sipahilerin hazır olduğunu ama gelen düşmana denk olmadığını söylerler. Padişah da bunun üzerine nefir-i ‘âm buyurur:
“[Ç]ünki küffâr-ı hâkisâr il ve memleketi çiğneyüb üzerimize geldi. Cemî‘an ümmet-i Muhammed olanların üzerlerine farz oldı kim, bu gazâya çıkalar, şöyle kim Rumeli’nde eğer atlu ve eğer yayak çomak atmağa kadir olanlar bile çıksun…”
Böylece “niyyet-i gazâ” diyerek sefere çıkarlar. Kaynağımız, “Amma gayet kış ve kar derin idi. Hatta re‘âyâ ‘asker-i İslâmın önüne düşüp yürüyüp yol açarlardı” dediğine göre devlet, Hıristiyan tebaasını da bir şekilde savaş çabasına katılmaya mecbur etmiş. Savaş, bir savunma savaşıydı ama savaşı nitelemek için kullanılan kelime cihat değil, yine gazâdır.
II. Murad’ın bu 1443-44 kışında toplanan askeri yeterli bulmadığı ise ayrıca “ulufeci” yazılmasını emretmesinden bellidir. Buna göre kadılara fermanlar yazılacak ve her birinin göndereceği ulufeciler Sofya’da toplanacaktı. Padişah, bu ulufecilerin örgütlenmesi işini ise Fazlullah Efendi (Büyük ihtimalle Acem’den gelerek vezir olan âlim) ve Şahin Bey’e verir:
“[İ]kiniz ilerü durup gelen askeri hoş görün, bir kimesneyi koman. Hoş şimdiki hâlde cümle Müslümanlar üzerine bu sefer farz olmuşdur, bizim üzerimize dahi havâyicin [ihtiyaçlarını] ve ‘ulûfelerin vermek borç oldu. Zirâ muradım budur ki, ‘ulûfeciler dahi bir alay olub arab saçı gibi karışık olmaya. Hep cümlesini siz bir hoşça düzesiz.”
Padişah, belki de, ulufe vererek, gaza için geleceklerin sayısını yükseltmek amacındaydı. Onları da biraz olsun düzenli askerlerine benzetmeye çalıştığı açıktır.
Bütün bu teşviklere rağmen yeterli başvuru olmadığını, nefir-i ‘âm emrinin bir kez daha tekrarlanmasına bakarak söyleyebiliyoruz. Kaynağımız, kadılara yazılan bu ikinci fermanın sadece içeriğini değil adeta bir suretini veriyor:
“Şöyle kim, eğer ulu ve eğer kiçi ve eğer atlu ve eğer yayak, Rumeli’nde sâkin olanların cümlesine bu gazâ farz olmuşdur. İmdi ferman-ı hümâyûnum vâsıl oldukda her birinizin taht-i kazânızda sâkin olanları varan mübaşirimle bir gün mukaddem evlerinden ihrâc ve Rumeli tahtı olan Sofya’ya ‘al’el-‘acele süresiz; bu bâbda ihmâl etmeyüb fermanım üzere ‘amel edesiz, ve şöyle ma‘lûm oluna kim, bu sefer-i Nusret-me’âbıma gelüb Din-i İslâm aşkına imdâd edüb bizimle ma‘an [birlikte] sefere varanların her ne mürâca‘etleri var ise, katımda makbul-i hümâyûnumdur, eğer timâr isteyene ve eğer ze‘âmet isteyene ve eğer yeniçerilik isteyene ve eğer sipâhilik isteyene ve eğer yörüklükden çıkmak isteyene her birinin murâd u mâksudları makbulümdür…”
II. Murad’ın işini salt şansa veya gazanın farz olduğunu öğrenenlerin dinî duygularının sağlamlığına bırakmamış görünüyor; kadıların orduya halktan adam göndermelerini emretmekle de yetinmiyor, kısa sürede asker toplayabilmek için çeşitli vaatlerde bulunuyor. İlginç olanı şu ki, bu vaatler, Osmanlının en temel yöneticilik düsturlarını ihlâl edecek ve askerî ile reaya arasındaki sınırları ortadan kaldıracak nitelikteydi. II. Murad’ın da normalde, aynen bürokratları gibi dirliklerin yolunca verilmesi, hele yeniçeri ocağına pencik veya devşirme kökenli olmayanların alınmaması ilkesine uyulmasını tercih edeceği varsayılabilir. Ne var ki, vaziyet ciddiydi.
Gerçi, 1484’te, II. Bayezid da Boğdan Seferi’ne çıkmadan önce sefere katılımı teşvik etmek için bir ferman yayımlamıştı. Ama Osmanlı sınırları ötesine bir akın niteliği taşıyan bu askerî girişim sırasında padişah ne nefir-i ‘âm ilân ediyor, ne de vaatlerini yeniçeri ocağına teşmil ediyordu. Daha sonra göreceğimiz gibi tımar almak isteyenlere bir kapı açıyordu ama daha ziyade sefere katılacakların ganimet malı kazanacaklarını vurguluyor ve o yıl devletin pencik almayacağını söylüyordu.
1443 kışında ise padişah, kurumları ve kuralları düşünemeyecek kadar sıkışık bir durumdaydı. Dolayısıyla alınacak ganimet malından bahsetmemesi şaşırtıcı değildir. Devletin parayla asker tuttuğu ve onu da yetersiz bularak padişahın usullere aykırı olarak rütbe ve mevki dağıttığı bir dönemde herhalde penciğin bağışlanması gibisinden bir teşvik de çok hafif kalırdı. Neyse ki, kaynağımıza göre bu vaatler işe yaramış. “[H]er yanadan asker-i İslâm gürûhan gürûh gelmeye başladılar” diyor.
Hikâyenin kalanı da ilginç, kaynağımız, Osmanlı devletinde “nakz-ı ahd” eden yani devletle olan ahdini bozan zimmîlere yapılan muamele hakkında önemli bilgiler veriyor ama bu ayrıca bir yazı konusudur, burada çok kısa geçeyim. Hunyadi’nin Sofya’ya yaklaştığını haber alan II. Murad, burada tutunamayacağını anlar ve Turahan Bey’in önerisiyle Sofya ve köylerinin yakılarak ordunun geri çekilmesini emreder. Sonrasında ise pişman olur ve “[E]yvah nâzenin Sofya’ya ne yavuz iş eyledik. Bunu bize diyen dostumuz değil imiş…” diyerek çok hayıflanır. Turahan Bey’in askerî kaygılarla hareket ettiğini ve ilerleyen haçlı ordusunun yiyecek ve barınak bulmasını imkânsız hâle getirmek amacında olduğunu söylemeye ise gerek bile yok.
Kasım Paşa da İzladi Derbenti’ni bağlar. Macarlar tarafından tehdit edilen yerli Hıristiyanlar, istendiği gibi haçlı ordusuna yiyecek getirip satmaya, bazıları kılavuzluk etmeye başlar. Reayadan bazıları da atlanarak bir alay hâlinde Hunyadi’nin ordusuna katılırlar. Hristiyan ordusunun Sofya’da Siyavuş Paşa Camii’ni kilise olarak kullanması ve “vladika metropolidi” getirip ayin düzenlemesi bardağı taşıran damla olur. Murad, reayanın cezalandırılmasını emreder.
Hunyadi, kapatılan İzladi Derbendi’ne yürür. Kaynağımızın, “[O]l gün güneş kanın buharından kıpkırmızı doğdu” şeklindeki edebî tasvirinden de anlaşılacağı üzere çok sert savaşlar olur fakat sonunda Osmanlı ordusu yenilir. Yalnız, haçlı ordusu da çekilmek zorunda kalır. Yolda, nasıl bir strateji uygulayacaklarını tartışırlar. Ertesi yıl Varna’da hayatını kaybedecek olan Macar kralı III. Wladyslaw (Ladislas), “Türk canibine casuslar gönderelim. Türk bizim üzerimize ne mıkdâr asker ile gelür, görüp bize haber versinler. Eğer olmaz ise nefir-i ‘âm ederiz ve Yanko’yu Belgrad’da koyup biz varub Türk’ü karşılarız” der.
Öyle olmaz, Szegedin’de barış imzalanır ama biz yine döndük mü nefir-i ‘âm bahsimize, hem de anlatım haçlı ordusu tarafındayken? Gazavât yazarının, burada bu terimi fıkhî-dinî bağlamından bağımsız olarak sadece seferberlik anlamında kullanıldığını söyleyelim. Hoş, Hıristiyanların, Osmanlılara karşı çarpışmasını “gaza” diye anlatan Osmanlı kaynakları bile var…
Son olarak, sanılmasın ki II. Murad, bu nefir-i ‘âm işlerini kendi başına kotarıyordu. 1444’te Varna seferine çıkmadan önce Edirne’deyken ulemayı toplar ve şöyle sorar:
“[E]fendiler, işte bu dinimiz düşmanları asker çeküb üzerimize geldiler. Hoş kapukullarımız lûtf-i hak ile bilemizcedir. Amma bu düşman ağır düşmandır. İhtimâli var ki, biz bu düşmana denk olmayub belki bir yüz karalığı olub ol sebeble il memleket elden gidüb ara yerde ümmet-i Muhammed’in ehl ü ‘iyalleri esir ve mâl erzakları yağma ola. Buna ne çare etmek gerekdir?”
“Padişahım çünki küffâr-ı hâkisar üzerimize geldi, cümlemizün üzerine farz oldu kim, bu gazâda bile bulunavuz” diyen ulemanın onayını alarak elini sağlamlaştıran Murad harekete geçer. Kaynağımız, “Padişah ferman edüp cemî‘ Rumeli’ne nefir-i ‘âm olunub ve nefir-i ‘âm askeri dahi bölük bölük ve alay alay her gün her yanadan gelüb birikmiş idi” diyor. Bu kez mevsiminde sefere çıkılması ve belki de durumun ciddiyetinin halka daha iyi anlatılması sayesinde seferberlik daha başarılı olmuş görünüyor.