Osmanlıların kendi kültür dünyalarında, siyasî meşruiyet sağlayacak türden bir referans olarak Hunlar bulunmuyordu.
Tarih sayesinde geçmiş hakkında bir şeyler bilebiliyoruz. Günlük kullanımda tarihi geçmişle aynı sanmak veya geçmişin yerine tarihi ikame etmek sıkça rastlanan davranışlardan. Böyle değil tabii ki. Tarih, bilinçle, seçerek oluşturulan bir geçmiş aktarımı. Modern akademik tarihçilik, gerek geçmişte oluşturulan anlatımları gerekse kendi başlarına bir anlatım (narrative) oluşturmayan tarihsel verileri kullanarak, eleştiri süzgecinden geçirerek kendi, yeni tarih anlatımlarını oluşturuyor.
Bu zihinsel faaliyetin bir sonucu olarak, 19. ve hele 20. Yüzyıldan itibaren insan topluluklarının geçmiş bilgisinde muazzam bir patlama olduğunu söyleyebiliriz. Geçmişin sistematik olarak çalışılması ve tarih bilgisinin artması neticesinde günümüzün insanları, eskinin insanlarına göre geçmiş hakkında çok daha fazla bilgi sahibi oluyor. Örnek verecek olursam, zaman içinde daha yakın bir noktadalar diye Mısır’ın 7.Yüzyıldaki Arap fatihleri, eski Mısır toplumu hakkında bizim bugünkü bilgimizden fazlasını biliyor değildi. Aynı şekilde, aralarında sadece birkaç yüz yıl var diye Selçuklular da Köktürkler hakkında bizden daha bilgili değildi. Katiyyen. Aslında her iki durumda da, bırakın bizden daha bilgili olunmasını, o toplulukların varlığından haberdar oldukları bile çok su götürür. Nasıl mı emin olabiliyoruz? Mısır hiyerogliflerini Champollion’dan, Orhon yazıtlarını Thomsen’den (ikisi de 19.Yüzyılda) önce çözen olmamıştı da o yüzden.
Tarih II kitabından Garbi Hun Devleti ve Avrupa Hun İmparatorluğu.
Eski toplumların, gerek dar anlamda kendi geçmişleri gerekse insanlığın geçmişi hakkında neler bilip bilmedikleri hep ilgimi çeken bir konu olmuştur. Geçmişin nesiyle ilgilenmişlerdi, nasıl bir geçmiş bilgisine ve algısına sahiptiler, dahası nasıl bir “tarih bilinci” geliştirmişlerdi? Tarih ve geçmiş bilgilerinin bugüne göre çok daha kısıtlı olduğuna değindim ama bu hiçbir şey bilmedikleri anlamına gelmiyor tabii ki. Bilakis, bazen tahminlerimizin fevkinde bilgi sahibi olduklarını görmek gerçekten eğlenceli ve şaşırtıcı oluyor.
Lâf uzuyor ama ben aslında bu yazıda Osmanlıların İslâm öncesi Türk tarihi hakkında neler bildiğini konu edinmek, özel olarak da bugün hiç değilse Türkiye’de kadimî Türk milletinin bir parçası oldukları pek şüphe konusu edilmeyen Hunlar ile “tanıştıklarında” nasıl davrandıkları hakkında bir şeyler söylemek istiyorum.
Tabii ki “Hunlar” konusu büyük ve çeşitli açımlamalara müsait. Cumhuriyet dönemi tarih yazımımız, Çin kaynaklarında Hsiung-nu (Şunnu) olarak geçen kavmin, hem Avrupa’nın Hun olarak bildiği kavim ile aynı olduğunu, hem de her ikisinin de Türk olduğunu kabulleniyor. Peşinen söyleyeyim ki bu varsayımlar ihtimal dâhilindedir. Otto J. Maenchen-Helfen gibi dikkatli araştırmacıların bulgularına bakarak özellikle Avrupa Hunlarının Türklüğü varsayımının daha güçlü olduğunu söyleyebiliriz. Genelde kabul gören görüş, Avrupa Hunlarının Ogur grubu Türkçesi ile konuştuğu yolunda. Bugünkü Çuvaşların da Hunların torunları olduğu düşünülüyor. Hun hükümdarı Uldın’ın adı ancak Çuvaşçada bir anlam ifade ediyor, o dilde “altın” kelimesi “ultın” olarak söyleniyor…
Aslında, Hsiung-nu ve Hun özdeşliği de Fransız Sinolog Joseph de Guignes’in 1758’de yayınlanan eserinden beri tartışılmaktadır. Peki, buradaki ihtiyat payı nereden kaynaklanıyor? Sorun tabii ki hem Hsiung-nu’lardan hem de Hunlardan yazılı olarak hiçbir şey kalmaması. Hsiung-nu veya bizdeki adlarıyla Asya Hunlarından yok denecek kadar, ancak Çince içinde korunan birkaç kelime kalmış. Merhum Talat Tekin, bunlar meyanında bir beytin Türkçe olarak okunabileceği önerisinde bulunmuştu. Avrupa Hunlarından ise Latince kaynaklar içinde birkaç kelime ve oldukça çok sayıda özel isim kalmıştır.
Dolayısıyla cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibisinden bir kesinlikle Hsiung-nu ve Hunların Türklüğünü ve ikisinin aynı olduğunu öne süremeyiz düşüncesindeyim. Söylemeye pek gerek yok ama o zamanki kesinlik de bilimsel anlamda daha çok bilmekten değil, tahayyül kuvvetinden ileri geliyordu. 1931 tarihli, Tarih II Ortazamanlar ders kitabına bakılırsa bu varsayımların, okullarda okutulacak türden tarihî gerçekler olarak sunulduğu görülür.
Hatta Avrupa Hunlarının doğrudan Hsiung-nu’ların devamı olduğu tezini güçlendirmek için olsa gerek, Çin’e yenilen Asya Hunlarından bir kolun, İdil boylarında bir devlet kurduğu teması işlenir. Bu devlete “Garbî Hun Devleti” deniyormuş. Bu muhayyel devlete sonradan bir bayrak uydurulduğunu, bir kurucu bulunduğunu (Panu) ve yaşam süresi için de çeşitli tarihler verilerek “16 Türk Devleti” arasına katıldığını kısaca söylemiş olayım. Bugün de “Batı Hun Devleti” deniyor, arzu ederseniz internetten bayrağını bile satın alabilirsiniz. Sorun şu ki Türkiye’den başka bir yerde böyle bir devletin varlığından kimse haberdar değil!
2010’da Ankara’da tarihçilik üzerine olan bir toplantıda bunu söylemiştim. Ara olunca bir delikanlı nefes nefese gelip, “Hocam, ben başka salondaydım, sunumunuzu dinleyemedim. ‘Batı Hun Devleti diye bir devlet mevcut olmamıştır’ demişsiniz” dedi. “Evet” dedim. Karşımdaki isyan etti ve “Olur mu hocam, ben Batı Hun Devleti üzerine doktora yapıyorum!” dedi. “Hımm, bana o devletten birkaç şahsın ismini sayar mısınız?” dedim. Çocukcağız, “Muncuk, Attila…” diye başlayınca, “Ha, sizin o dediğiniz bizde Avrupa Hun Devleti olarak geçiyor, siz onun üzerine doktora yapıyorsunuz” dedim… Tarih yazımı dediğimiz zihinsel faaliyetin mutlaka tarihî doğruları ortaya çıkararak geçmiş hakkındaki bilgimizi arttırdığını kim söyledi ki?
Osmanlıların, İslâm’dan önceki Türklere ilişkin bilgisine gelince, Arap ve İran tarihçileri ve coğrafyacılarının eserlerine aşina olmaktan dolayı tabii ki pek çok şey bilirlerdi. Mesela, Mehmed Neşri, Kitâb-ı Cihannümâ’sında, İslâmiyet öncesi Türkleri bir bütün olarak tarif etmeye girişir ve çeşitli tarih kitaplarında Türklerin pek çok sınıflara ayrıldığını söyler. Kimi yerleşik, kimi göçebeymiş bu Türklerin. Kimi güneşe, kimi ateşe, kimi puta, kimi sığıra, kimi ağaca ve kimi de taşa taparlarmış… Bazıları da hiç din nedir bilmezmiş.
Neşri, geniş zaman kullanıyor ama anlattıklarından kendi dönemindeki Türkleri değil, çok daha eski bir zamanı tarif ettiği kolayca anlaşılıyor. Mesela, kendi devrinde mevcut olmadığı kesin olan Hazarları isim vermeden de olsa şöyle anlatıyor: “Ve bazıları dahi Yehud’e taklit ederler”. Velhasıl, Türklerin hükümdarlarına hakan denirmiş. İpekler giyip altın taç takarlarmış… Çok ilginçtir, Osmanlıların kökenini Oğuzlara götüren Neşri, onların atalarının bir zamanlar Müslüman olmadıklarını rahatça söylemekte, Türk kelimesini hem İslâm’dan önceki hem de sonraki gruplar için aynı kolaylıkla kullanmaktadır. Dahası, yukarıda özetlediğim pasajında mütenevvi Türklerden bahsederken “Bu taife be-gayet bahadır olurlar” diyor; İslâm’dan önceki Türklere daha az kahramanlık atfında bulunmuyor.
Hunlar ise bir âlem… Eğer “Kun” kabile adı Hunlar ile aynı değilse İslâm kaynaklarında bu adla geçen bir kavim yok. Dolayısıyla, Osmanlının tarih bilincinde de Hunlar diye bir kategori olması zor görünüyor. Ama bir şekilde adlarını bir yazılı kâğıtta görürlerse ne yaparlardı? Sanıyorum buna bir cevap verebilirim.
Sonlardan başlayıp geriye doğru gidelim. Hüseyin Cahit Yalçın, De Guignes’nin meşhur eserini nihayet 1923’te, Hunların, Türklerin, Moğolların ve Daha Sair Tatarların Tarih-i Umumisi adıyla çevirip yayımladığında Hunların Türk olduğu Osmanlı aydın çevrelerinde epeydir kabul görmekteydi. Mesela, Süleyman Hüsnü Paşa’nın askerî idadilerin ikinci sınıfında ders kitabı olarak okutulmak üzere yazdığı meşhur dünya tarihi, Tarih-i Âlem’de Hunlar, Türkler arasında gösterilir. Elimde kitabın 1876’da yapılan 1016 sayfalık ilk baskısı var. Lise öğrencileri belki duyar da hâllerine şükrederler diye özellikle vurguluyorum…
Süleyman Hüsnü Paşa, bu eserinde, 383. ile 543. sayfalar arasındaki 7. kısmı “Tevaif-i Türk” başlığı altında İslâmiyet öncesindeki Türkler olarak gördüğü çeşitli kavimlere hasretmiş durumdadır. Ona göre, Türkler, dünyanın her tarafına yayılmış ve yönetici olmuş kudretli bir topluluktur ve bu yayılma sırasında eski dünyanın çeşitli kavimleriyle yolları çakışmış, onlarla savaşmışlardır. Paşa, Türk soyunun değişik yerlerde değişik isimler altında tanındığını söylüyor ve “[H]atta Avrupalılar beyninde maruf olan Hunlar da yine Türklerdir” diyor. Hunların kralları Rua ölünce onun yerine geçenler arasında Muncuk’un oğulları “Atila” ve “Bleta”yı ismen zikrediyor ve bu isimleri parantez içinde “Atlı” ve “Balta” diye Türkçe açıklıyor.
Süleyman Hüsnü, Hunları sistematik olarak Türkler olarak işlemiştir ama bu özdeşleştirmeyi yapan ilk Osmanlı yazarı değildir. Ondan önce Ali Suavi, 1868’de Muhbir gazetesinde yazdığı “Türk” makalesinde, “Milad-ı İsa Aleyhisselam’dan 4. Asırda Avrupa’da bulunan ve İstanbul kralını haraca kesen ve Edirne ve Yanya taraflarına hücum eden ‘Huns’ Türklerdendir. Eski Yunanîlerin ‘Huns Ephtalites’ dedikleri yani medeniyetlerine ve hüsn-i ahlâklarına mebni Beyaz Hunlar diye tesmiye eyledikleri kavim Türklerdir” diye yazmıştı. (Bkz. Hüseyin Çelik, Ali Suavî ve Dönemi). Ali Suavi’nin Fransızca bir kaynak kullandığı, hatta ilk seferinde Hun adındaki çoğul ekini de aynen koruduğu görülüyor.
Bir de bunlardan çok önce, bir Osmanlıca kaynakta hem Hunlar, hem de adıyla sanıyla Attila geçiyor. Söz konusu kaynak, Hacı Hamza oğlu Hacı Hasan ve Kâtip Sinan oğlu Ali adındaki iki kişi tarafından meşhur Münşeat sahibi Feridun Bey için 1572’de batı kaynaklarından çevrilen ve uyarlanan Tevarih-i Padişahan-ı Françe adlı eğlenceli bir kroniktir. Muhterem Jean-Louis Bacqué-Grammont’un nezaretinde Fransızcaya çevrilmiş ve Türkçe transkripsiyonu ile birlikte 1997’de yayımlanmıştır. Bu çok değerli eserin burada ancak Hunlar ile ilgili bölümüne değinebiliyorum. Fransa padişahlarının üçüncüsü Merône (Mérovée) adındaymış. “Saçlı Kılâvdîyô”nun (Clodion Le Chevelu) akrabası olan bu kral çok öfkeli ve cesurmuş. Tehlikeli yerlere bizzat gidermiş… Sonrası şöyle:
“Alelhusus Huns taifesi üzere ki bu gün Üngürüs (Macaristan) demekle meşhurdur kim bunların serdarlarına Âtilâ derler idi ki Beledâ padişahının karındaşı idi (…) ve daima askerlerini gün günden artırıp Françe’ye geçip Ôrliyâns şehrinin etrafın alıp kapattılar. Mezkûr Merône Françe padişahıdır, mezbur Vizigôs padişahı Todorık’dan (Theodoric) ve Românîler kapudanı Âkısıyus’dan lâzım geldi ki yardım talep eyleyip Lâvnîkes nam ovada duruşup canibeynden yüz doksan bin adam telef oldu. Ol hinde mezkûr Âtilâ gördü kim bahtı-yârı kalmayıp cümle askerinin ve eri yüz çevirdi kendisi büyük nam eksikliği ile ve askerinin ziyanları ile Üngürüs memleketine sığındı.”
Tabii ki Romalı General Aetius’un, 451 yılında, Frank ve Vizigot müttefikleriyle birlikte Katalaunya Sahrası’ndaki kanlı savaşta Attila’nın ordusunu durdurmasını anlatıyor ama Hunlarla uzaktan yakından en ufak bir yakınlık imasında bile bulunmuyor. Bilakis, Macar Turancılarını gayet memnun edecek bir dil kullanıyor. II. Selim dönemindeki tercümanların zamanında Herbelot, De Guignes gibi Avrupalı oryantalistler henüz meydanda yoktu, 19.Yüzyıldaki Osmanlı yazarlarının aksine modern milliyetçilik akımlarından da hâliyle etkilenemezlerdi. Başka deyişle, aynı bilgi parçası onlarda da olsa, modernlerin “tarih bilinci” ile hadiseye yaklaşamazlardı. Modern devletin tek bir müfredatla öğrencilerin kafasına yerleştirmek istediği türden bir geçmiş algısı da o zamanlar söz konusu değildi. Ama daha da önemlisi kendi kültür dünyalarının referansları içinde Hunlar ve/ya Attila bulunmuyordu.