III. Selim döneminin her yönüyle kapandığını resmen ilân eden bu sözleşme uzun ömürlü olmamıştır.
Osmanlı belgelerinin ve kaynaklarının kullandığı dil ne olursa olsun, Osmanlı padişahlarının, kendilerinden aşağıda bulunan herkese eşit ve çok uzak bir mesafede durduklarını ve yönettikleri tebaalarından erişilmez yüksekliklerde konumlanmış yöneticiler olduklarını düşünmemek gerekir. Böyle bir imaj her dönem için tartışılabilir ama 18. Yüzyılın sonundan itibaren manzara kesinlikle böyle değildi. Devir, bir antlaşmalar/muahedeler ve mukaveleler devriydi ve padişahlar, güçlerini artırabilmek, istediklerini daha etkin bir şekilde hayata geçirmek ve bazen de tahta çıkabilmek veya salt orada kalabilmek için çeşitli ittifak ve/ya uzlaşma arayışlarına giriyordu. Yönettikleri toplumdaki çatlakları onarabilmek ve ülke dışından gelen tehditlere gereği gibi cevap verebilmek de onlar için bir sebep olabiliyordu.
Bir tarafında daima padişahların bulunduğu bu muahedelerin aktörleri, muahedeler arasında ortak gruplar bulunsa da değişiklik gösterebilmekteydi. Bu da tabii ki padişahın, muahedesinde kimleri veya hangi grupları ağırlıklı olarak muhatap aldığıyla ilgilidir. Her hâlükârda bu çeşitli muahedelerin bazı acil sorunlara çözüm bulma çabaları olduğu kadar, bu dönemde artık toplumdaki sistem değişikliği arayışlarına karşılık geldiğini de söyleyebiliriz. III. Selim’in, birtakım ulema ve bazı devlet adamları ile yaptığı “muahede”, kamuya açıklanmadığı için, şimdilik bunların en karanlıkta kalanı ve en az bilinenidir, neticesi Nizam-ı Cedit olmuştu.
Tarih yazımında, kendisinden bir yıldan fazla bir süre sonra yapılan Sened-i İttifak kadar iyi bilinmese ve tartışılmasa da III. Selim’in tahttan indirilmesi ve Nizam-ı Cedit’in sonlandırılması üzerine yapılan 31 Mayıs 1807 tarihli Hüccet-i Şer‘iyye de böyle bir sözleşmedir. Tarafları, henüz iki gün önce tahta çıkarılan IV. Mustafa ve Yeniçeri Ocağı olarak görünmektedir. Değerli hocamız Kemal Beydilli, çeşitli Osmanlı kroniklerinde sureti verilen bu belgenin Osmanlı arşivlerinde bir nüshasını bulmuş ve bir makaleyle birlikte yayımlamıştır. Bu yayın sayesinde bugün, Kabakçı Mustafa dâhil, bu sözleşmeyi imzalayanların tam listesini görebiliyoruz. Kroniklerde ise bu liste ya hiç yoktur; hüccetin sadece metni verilmiştir veya eksiktir; Ocak adına imzalayanlar yoktur, sadece, çoğu ulemadan olan büyük rütbelilerin adları verilmiştir.
Beydilli’nin dikkat çektiği üzere Hüccet-i Şer‘iye, Osmanlı kroniklerinde “hüccetü’l-acûbetü’l-menkıbe” veya “hüccet-i garibe” gibi şaşkınlık bildiren ibarelerle nitelenmektedir. Olaydan yarım asır kadar sonra yazan Cevdet Paşa ise tüm hadiseyi 1807’de bir padişahın zorla tahttan indirildiği, diğerinin çıkarıldığı ve Nizam-ı Cedit’in “çekirdeğinin” isyancılar tarafından ezildiği büyük olayların, kendi deyişiyle “fetretlerin” bir parçası olarak görmektedir. Cevdet Paşa, daha önceleri de böyle büyük karışıklıklardan sonra olaylara karışanlara teminat verilmesinin imparatorlukta âdet olmuş olduğunu belirtmektedir. Ama ona göre “böyle alay tertip olunarak zorbalar ile muahede senetleri mübadele olunmak emsalsiz bir bidat” olduğundan dönemin “ukalâsı” tarafından o zaman bile çirkin görülmüş.
Padişahları yeryüzünde kimselerle anlaşmaya ve uzlaşmaya ihtiyaç duymayan kişiler şeklinde sunan ve ancak ilahî ilham ve destekle ülkelerini yönetir olarak gösteren kimi Osmanlı kronikçi ve tarihçilerinin merkez yönelimli hükümleri belki şaşırtıcı değildir. Fakat bu tür görüşler, Hüccet-i Şer‘iyye’nin sözleşme yönünü en erken teşhis eden ve onun, padişahın “mutlak gücünü” sınırlandırmak amacıyla, o gücü “paylaşmaya eğilimli sınıflarla” varılan bir uzlaşma olduğunu düşünen merhum Niyazi Berkes’i de etkilemiş görünüyor. Ona göre bu sözleşme hem şeriata hem de kanuna aykırıdır; “gelenek bakımından bidat, hukuk bakımından temelsiz”dir. “Belgenin biricik önemi, Osmanlı geleneği açısından gerçekten bidat olan bir durumu belgelendirmiş olması; ona siyasal değil, dinsel bir temel iddiasını ilk kez ortaya atmasıdır” diyor.
Görüldüğü gibi, Berkes de Cevdet Paşa gibi “bidat” diyor. Ne var ki aynı şeye “bidat” dediklerini sanmıyorum. Hatta bir adım ileri giderek, Cevdet Paşa’nın neyi “emsalsiz bidat” olarak gördüğünü pek kestiremeyen Berkes’in bir anlamlandırma çabasına giriştiğini ileri sürebilirim. Hüccet-i Şer‘iyye’nin padişah ve “kul”/yeniçeriler arasında yapıldığından hareketle şu yorumu yapıyor:
“Fakat biliyoruz ki, Osmanlı rejiminin daha iki yüz yıl öncesinden beri bozuluşunun sonucu olarak gerçekte yeniçeriler artık kul değildirler. Bu bakımdan asıl bidat kul olmayanların kul sayılması biçiminde çıkmış ve önceden bulunmayan bir durum anlamına gelen bidat, yeniçerilik örgütünün kendi içinde başlamıştır.”
Beydilli ise Hüccet-i Şer‘iyye’nin, isyan ettikleri için kendilerinden hesap sorulacağı endişesiyle hareket eden yeniçerilere, artık itaatli olmaları koşuluyla verilen bir garanti, bir “afvnâme” olduğunu vurgulamakta ve Berkes’in aksine, padişahın otoritesini sınırlamak için yapılmış bir girişim olduğu hususuna pek itibar etmemektedir. Hoş, Berkes de padişahın otoritesinin bu mukaveleyle tam olarak nasıl sınırlanmış olduğunu, padişahın hangi yetkilerine bir sınır çizildiğini fazla tartışmamıştır. Ancak, sözleşmenin getirdiği “yenilikleri” sayarken “(a) devlet, dinin ‘bilinenin uygulanması, istenmeyenin önlenmesi’ kuralına dayanacak” demek suretiyle padişahın otoritesinin şeriatla sınırlandırılacağı şeklinde anlamaya müsait bir imada bulunmuştur. Genel olarak doğru olan ve metnin gidişinden zaten çıkarılabilecek bu yorumunu ise maalesef Hüccet-i Şer‘iyye metnini eksik anlamasına borçluyuz. Metinde ne dendiğine ayrıntılı olarak eğileceğiz ama şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki orada devlet idaresinin bu kurala dayanması gerektiği yolunda, böyle bir ifade yok. Ancak askerlerin, devlet adamlarının “hilâf-ı şer‘ ü kanun” bazı hareketleri görüldüğünde (yani kriz veya uzlaşmazlık zamanlarında), ulemadan görevlerini yapmalarını ve “emr-i [bi’l]-ma‘rûf ve nehy-i [ani’l]- münker” kaidesini uygulayarak doğru söylemeye gayret etmelerini istediği söyleniyor. Ne var ki, Beydilli de, “ilk defa olmak üzere kâğıda dökülmüş ve bir hüccet şeklinde tanzim edilmiş” olan bu af belgesinin “yeni bir uygulama” olduğu görüşündedir:
“[İ]ki nüsha halinde kaleme alınan bu belgenin, bir nüshası Bâbıâli’de ve diğeri Yeniçeri Ocağı’nda kalmak üzere merasimle mübadele edilmesi ise, buna emsali olmayan bir olay özelliği katmaktadır (…) devrin kaynaklarında (…) yadırganmış ve devletin isyancılarla yaptığı ve teati ettiği bir mu‘ahede ve bir mukavele olarak kabul edilerek uygunsuz görülmüştür.”
Genç kuşak Osmanlı tarihçilerinin en çalışkanlarından Aysel Yıldız’ın, Kabakçı Mustafa Ayaklanması üzerine çok değerli bir çalışma olan kitabı bugünlerde yayımlandı (Crisis and Rebellion in the Ottoman Empire: The Downfall of a Sultan in the Age of Revolution). Temel olarak III. Selim’i tahttan indiren ayaklanmayı inceleyen bu orijinal çalışma, 1632, 1703 ve 1730 yıllarındaki ayaklanmalar sonrasında da benzer belgelerin hazırlandığını söyleyerek Hüccet-i Şer‘iyye’yi tarihsel bir bağlama oturtuyor.
Yıldız’ın hatırlattığı üzere ve “esnaf-ı tarihten” Abdi’ye göre, Kabakçı İsyanı’ndan bir önceki ayaklanma olan Patrona Halil vakasında da, 12 Ekim 1730’da, görev başında olmayan ulema tarafından bir “hüccet-i şer‘iye” hazırlanmış. Dahası I.Mahmud buna, “Yedlerine ita olunan hüccet-i Şer‘iyesi mucebince amel oluna” diye hatt-ı hümâyûn yazmış ve onaylamış. Yeniçeriler de bu “ahd ü misak” üzerine, “kavl ü karar” ederek, devlet işlerine karışmamaya ve karışan olursa cezalandırılmak üzere zabitlerine teslim etmeye söz vermişler. Burada da talep, cezalandırılma kaygısıyla yeniçerilerden geliyor, yine bir hüccet-i şer‘iyye hazırlanmış, sicile kayıt olunmuş ve padişahın hattıyla onaylı olan nüshası Baş Muhasebe kalemine konulmuş.
Yıldız, bu anlamda 1807 Hüccet-i Şer‘iyye’sinin de bir af belgesi, bir amanname olduğunu ama aynı zamanda hükümdar ve kendi kulları arasındaki bir antlaşma olması hasebiyle hukukî imalarının da ihmal edilemeyeceğini söyleyerek hem Berkes hem de Beydilli’ye hak veriyor ve şöyle diyor:
“Öte yandan, 1807 belgesi incelendiğinde basit bir af belgesinden daha karmaşık olduğu görülür. Sultanın kendisi tarafından taahhütte bulunulmuştu. Her şeyden önce bu, padişah ile onun memurlarını ve asileri karşılıklı sözlerle birbirlerine bağlayan resmî bir belgeydi. Böylece, herhangi bir çıkar grubunun üzerinde olması gereken hükümdar, müzakerelere girmiş ve bu belgeyi üreten süreçte taraflardan sadece bir tanesi olmuştu. Bu nokta, merkezin hukukî ve yürütme gücünü, özellikle, siyasî otorite için çok hayatî olan cebir tekelini zayıflatması bakımından çok önemlidir.”
Katılıyorum ama Yıldız da burada şekil yönünden bir analiz yapıyor, içeriğe girmiyor. Sadece mütekabiliyet ve mukavele esasları üzerinden ve tabii ki padişahın/merkezin gücünün gölgelenmesi açısından olaya yaklaşıyor. Hüccet-i Şer‘iyye’nin sisteme ilişkin taleplerini ve şartlarını dikkate almıyor. Gerçekten de Hüccet-i Şer‘iyye sadece, cezalandırılacaklarından korkan yeniçerilerin ileride sultanın emirlerine uyacaklarını ve kendi görevlerinden başka bir şeye karışmayacaklarını taahhüt etmeleri karşılığında kendilerine bir teminat verilmesi ve bu taahhüdün de doğrudan padişah tarafından yapılmasından ibaret bir muahede miydi? Yoksa Osmanlı siyasî sisteminin nasıl olması gerektiği, bu sistemde padişahın yerinin ne olduğu ve beklentileri karşılamayan sultanları neyin beklediği gibi konularda bazı esaslar koyuyor ve bu bağlamda birtakım saptamaları da içeriyor muydu? Eh, bir miktar söylemiş gibi oldum, bendeniz de bu Hüccet-i Şer‘iyye’nin iki taraf arasında basit bir muahededen çok daha fazlası olduğunu ve araya çok daha önemli bir şeyler sıkıştırıldığını düşünmekteyim. Yeniçerilere teminat verilmesi hususu işin gerçekten de bir parçasıydı ama galiba küçük bir parçasıydı.