Günümüzde “amiral” de dediğimiz oluyor ama kendisinin ve çağdaşlarının dilinde o bir “reis” idi…
Takipçisi olmakla övündüğü Hızır Reis, halefi olduğu bahtsız Piri Reis, Hint Okyanusu’nda kendisi gibi Portekizlilerle didişen Sefer Reis ve ta Açe’lere kadar giden Lutfi Reis gibi bir reis… Kâtibî ve Hint taraflarında Kâtibî-i Rumî olarak da bilinirdi. Korsan denince “derya ilminde mahir” kaptanları anladığı için kendisine korsan denmesine de itirazı olmazdı herhalde… Bize astronomi, denizcilik, ilm-i derya (hidrografi), coğrafya üzerine eserler, Osmanlıca ve Çağatayca olmak üzere şiirler bıraktı. Denizci, coğrafyacı, bilim insanı ve şairdi. Yerinde söylenmiş şiirleri, hazırcevaplığı ve nüktedanlığı ile desteklediği siyasî hünerleri sayesinde pek çok sıkıntılı durumdan kurtuldu. Sohbetinde bulunduğu hükümdarların belli başlıları arasında, Gücerat Sultanı Ahmed’i, Babürlü Padişahı Hümayun’u, Özbek Barak Han’ı, İran’ın Safevi Şahı I.Tahmasb’ı ve hizmetinde bulunmayı hiçbir şeye değişmediği kendi padişahı Kanunî Sultan Süleyman’ı sayabiliriz. Anladınız tabii ki, Seydi Ali Reis’ten bahsediyorum.
Seydi Ali Reis, bir de Mir’atü’l-Memâlik (Ülkelerin Aynası) adını verdiği bir “mihnetnâme”, kendisinin ve arkadaşlarının sergüzeştini anlattığı otobiyografik bir eser, bir seyahatname yazdı ki seksen küsur varaka dünyaları sığdırdığı için gerçekten de ismiyle müsemmadır. Dediğine göre, neredeyse dört sene süren bir maceradan sağ kurtulan ve Hint taraflarında kalmayı tercih etmeyip de geri dönen yoldaşları, ondan “görülen şehirler ve seyr olunan acâyib ve garâyib” in ve çekilen sıkıntıların anlatıldığı bir kitap yazmasını istemişler ki duyanlar hallerine acısın. Reis de öyle yapmış ve 1557’de, “herkes muttali olmak için rûz-merre kelimat” (herkesin anlaması için gündelik kelimelerle) seyahatnamesini kaleme almış. Çeşitli dillere çevrilen ve Osmanlıca baskısı 1895’te yapılan bu ünlü eser Mehmet Kiremit tarafından 1999’da yetkin bir şekilde ve tenkitli metin olarak yayımlanmış bulunuyor.
Reis, 1553 yılında, kendisinden önce Piri Reis’in atanmış olduğu Mısır kaptanlığına getirilmişti. Devir, Osmanlıların, Hint Okyanusu’nda Portekiz İmparatorluğuyla kapıştığı devirdi (bu rekabetin ayrıntıları için Salih Özbaran’ın eserlerine bakınız). Görev de, daha önceki Mısır kaptanı Piri Reis’in idamına yol açmış belalı bir görevdi. Seydi Ali’nin bazen “Hint kaptanlığı” olarak da adlandırılan görevinin aslında Hint canibiyle bir alakası yoktu ve Basra’da sıkışıp kalmış olan Osmanlı filosunu alarak Mısır’a götürmekten ibaretti. İşler başlangıçta fena gitmediyse de 15 kadırgalık Osmanlı filosu Ağustos 1554’te Maskat açıklarında Dom Fernão de Menezes komutasındaki Portekiz kalyonlarıyla çatışmak zorunda kaldı. Kirman ve Belucistan’ın yerel yöneticilerinden yardım alarak yaralarını sarmaya çalışan Seydi, bir kez daha Mısır’a gitmeyi denediyse de Arabistan’ın güneyindeyken fırtınaya tutuldu ve Hint sahillerine doğru savruldu.
Hindistan’da Gücerat Sultanlığına gitmesini ise belki de, oraya daha önce yerleşmiş ve önemli idarî görevler üstlenmiş olan “Rumî” bir cemaatin varlığına bağlayabiliriz ki bu cemaat, Gücerat’ın Osmanlı hâkimiyetine girmesi için ciddî bir hizip oluşturmuştu (Bkz, Giancarlo Casale, The Ottoman Age of Exploration). Portekizliler, Gücerat’ın Suret Liman’ına kadar takip ettikleri Seydi Ali’nin kendilerine teslim edilmesini isteyince Sultan Ahmed’in veziri ve kendi de Rumî olan İmadü’l-mülk (Yusuf Han), “Biz Padişah-ı Rum’a muhtacız. Gemilerimiz anların benderlerine (limanlarına) varmasa bizim hâlimiz diğer-gûn (başka türlü) olur. Hususa İslâm padişahıdır. Anın kapudanın bizden istemek münasib midir?” cevabını vermiş. Bundan cesaret alan Seydi Ali Reis de “Bre melun, beni bozgun donanma ile buldunuz. İnşallahü’r-rahman an karib-i zaman (kısa zamanda) padişah-ı âlem-penâh devletinde Hürmüz değil, Diyu [Diu] belki Küvve [Goa] dahi size kalmaya” diyerek lâfa karışmış. Portekizli, “Benâdir-i Hind’den (Hint limanlarından) şimden sonra kuş uçmaz” deyince Seydi Ali de “Deryadan gitmek lâzım değil. İnşallah Hak Teâlâ nasib ederse karadan varmak bana dahi asandır (kolaydır)” diyerek yüksek perdeden kestirip atmış...
Bu yazıda kaptanın karalardaki maceralarının hepsini anlatmaya yerim de yok niyetim de. Daha ziyade, seyahatname ve yazarı hakkında birkaç düşüncemi aktarmak ve Rumî / Rum kelimelerinin hangi bağlamlarda kullanıldığına değinmek istiyorum. Yine de kısa bir özet vereyim. Gemilerini ve Rumî adamlarının çoğunu Gücerat’ta bırakan Seydi Ali, kendisine yapılan görev tekliflerini kabul etmez ve Delhi’ye, Babürlü Padişah’ı Hümayun’un yanına gider. Orada Hümayun tarafından çok iyi karşılanır. Belki daha önceden de biraz aşina olduğu Çağatayca’yı şiirler yazıp sunacak kadar iyi kullanmaya başlar. Babürlü padişahının yakın çevresine girer. Ama aklı vatanındadır. Dolayısıyla Hümayun’dan izin alıp “Diyar-ı Rum’a” dönmek için ciddi uğraşlar verir. Hümayun’a usturlabın yapımı ve kullanımını öğretmek için yazdığı Mir’at-ı Kâinat adlı risale ve sunduğu çeşitli şiirler karşılığında bu izni ve yol için gerekli fermanları koparır ama bu arada Hümayun’un merdivenlerden düşerek yaralanmasına ve kısa süre içindeki ölümüne de tanıklık eder.
Çok maceralı bir Afganistan ve Orta Asya yolculuğu yapar. Özbek Han’ına, Kanuni’nin gönderdiği elçi ve Rumî tüfekçiler ile karşılaşır. Özbek hizipler arasındaki savaşta ciddice yaralanır. “Rûmîler bu hâli görüp fakiri bilip Özbeklere kılıç çekip” kendisini kurtarmışlar. İran’a hiç girmeksizin kuzey yolundan Astrahan / Ejderhan üzerinden Osmanlı ülkesine gitmek ister. Ama şehir Ruslar tarafından alınmıştır. Çaresiz Safevi ülkesine yönelir. İki ülke arasında barış olan bir zamana rastladığı için şanslıdır. Sünnilik- Şiilik üzerine akademik birkaç tartışma, bir tutuklanma ve ufak tefek yolculuk vukuatı dışında bir şey olmaz. Şah ile görüşür. Ona da yolunca şiirler sunar ve sonunda izin alarak Bağdat üzerinden Osmanlı ülkesine giriş yapar. 1557 Mayısında İstanbul’a ulaşır ama Kanuni Edirne’de olduğu için ertesi günü tekrar yola çıkarak orada padişahın huzuruna çıkar ve ona yazılmış mektupları iletir.
Mir’atü’l-Memâlik tabii ki öncelikli amacı seyahat olan bir kişinin yazdığı bir metin değildir. Öte yandan yazarının geniş merakı, bulunduğu ülkelerin göreneklerini veya hayvanlarını kaydetmesi ve yolculuk koşulları hakkında bilgi vermesi gibi özellikleri onu tam bir seyahatname yapmaktadır. Ayrıca Seydi Ali Reis’in gittiği her yere mutlaka görevi gereği gitmediğini de kaydedelim. Döneminde gayet revaçta olan türbe veya yaşayan şeyhleri ziyaret için yolunu uzatmasını belki dinî sebeplere bağlayabiliriz ama bunlardan başka öyle gezileri var ki ancak tarihî eserleri görmek isteyen bir seyyahın yapması beklenebilir. Eski Sasani imparatorluğunun önemli kenti El-Medain’i (Ktesifon) ve meşhur Tak-ı Kisra ile diğer harabeleri ziyaret etmesini başka nasıl açıklayabiliriz?
Bahreyn’de dalgıçların denizaltından tulumlarla içilecek soğuk kaynak suyu çıkarmaları, okyanusta gördüğü “iki kadırga uzunu belki daha ziyade” balıklar (balina), “azim yılanlar ve harman mikdarı kaplu[m]bağalar”, Ahmed-âbad yolunda gördüğü ve 14 karış kanat açıklığında olduğunu söylediği yarasalar ve diğer tuhaflıkların diyar-ı Rum’un insanları için ilgi çekici olduğunu düşünmüştü ki kaydetti.
Seydi Ali, kendi ülkesinden farklılık gösteren âdetleri veya sosyal davranışları da bu acayip ve garaip kategorisine sokuyor ama bunları aktarırken sıfatlarla bezenmiş veya değer yargılarıyla fazlasıyla yüklü bir dil kullandığını söyleyemeyiz. “Sati” gibi kendisine çok aykırı gelebilecek bir konuyu anlatırken bile oldukça yalın, neredeyse ansiklopedik veya etnografik bir dil kullanması söz konusudur:
“Biri ölse ölüsü dirisine yüklenip derya kenarına gelip ölülerin ateşe yakarlar. Er ölüp avret kalsa; eğer amelden kalmış olsa, anı yakmazlar ve eğer ere varmağa kabil olsa anı hâh nâ hâh (ister istemez) yakarlar. Avret kendi hüsn-i ihtiyarı ile yansa kavmi sazlar ile şadılıklar ederler. Eğer ehl-i İslâm’dan bir mikdar kimesne cem olup yanmak isterken ellerinden darbî (zorla) alsalar, anların mülkü olur. Ayruk talep etmezler. Anın için padişah canibinden ademler alıp yanarken hazır olurlar ki halk mani olmaya.”
Bu arada, buradan öyle anlaşılıyor ki, Babürlü idaresi de Hinduların bu geleneğine karışmıyor hatta yerine getirilmesini sağlamaya çalışıyormuş.
Seydi Ali’nin pek çok seyyah ile paylaştığı bir düşüncesi ise kendi ülkesini, ziyaret ettiği her yerden daha üstün bulması ve vatanına bir an önce dönmek için derin bir özlem duymasıdır ki bu vatan, Cemal Kafadar’ın da işaret ettiği gibi hakikaten de köy meydanından çok daha fazla bir yerdir. Artık Hindistan’dan ayrılma vaktinin geldiğini düşünen Seydi Ali, Hümayun’a iki gazel takdim ederek izin ister. “Rum tarzı üzere” olanında şöyle diyor:
“Gafil olma, düşdüğün yer Mülk-i Hindustandur
Meyl edip anda kalanlar, cümle ser-gerdândur (başı dönmüştür)
Âlemi geşt eyleyenler (dünyayı dolaşanlar), dediler bi’l-ittifak:
Hak budur, dünyada cennet Milket-i Osmandur (Osmanlı ülkeleri)”
Aynı şekilde Kabil’deyken şehri güzel bulmasına rağmen “Amma cümlesi gözümüze görünmeyip ve bir an vatan arzusu gönülden çıkmayıp” diye gitmek istediğini söylüyor. Mazendaran’da Bistam’da bulunurlarken de yoldaşlarından Ramazan Bölükbaşı rüyasında Bayezid-i Bistamî’nin kırk dervişiyle gelip, “Dua edelim ki Mir Seydi Ali, yoldaşları ile sağ salim vatanına vara” dediğini görmüş. Hazerfen reisimiz, Çağatayca yazdığı şiirlerden birinde de yaptığı yolculukları, ettiği seferleri zikrettikten sonra şöyle niyazda bulunuyor:
“Ya İlahî yine müyesser kıl
Kâtibi bendege (bendene, kuluna) vatan seferin”
Rum şahının eşiğine varıp sürekli yoksul olmanın kendisi için bütün Hint ve Sind’in şahı olmaktan daha iyi olduğunu söylediği şu dizelerini ise Hindistan’ın Çağataylı / Babürlü yöneticilerine gösterdiğine pek emin değilim:
“Şeh-i Rum’un işigide barıp dayim gedâ bolmak
Manga bihrek durur, köp Hind ü Sind’nin şahı bolmakdın”
Seydi Ali Reis, eserinden çıkarılacak hissenin, kişinin, “olmaz havalara ve uzun sevdalara” yeltenmemesi olduğunu, gurbet diyarlarına düşüp “vatandan dûr ve meskenden mehcur” (vatandan uzak ve evinden ayrı) olmaktansa sakin durmasının daha iyi olduğunu söylüyor. Ama eğer öyle bir hâl vaki olsa ve o kişi de Hubbü’l-vatan mine’l-iman gereği “arzu-yı vatan” ederek kendi ülkesine dönse ve padişahın eşiğine yüz sürse, o kişinin yabanda kalmayıp az müddette çok muradına ulaşacağını ve insanlarca sevilip övüleceğinin kesin olduğunu belirtiyor. Diyar-ı Rum konusuna devam edelim ve Reis’in düştüğü sevdanın ne olduğunu da gelecek haftaya bırakalım.