Gizli Sıtma İbrahim Efendi’nin kaderi, meslektaşı ve rakibi Çelebi Mustafa Reşid Efendi’nin kaderinin aynadaki görüntüsü gibiydi. Her şey çok benziyordu ama tersti! Mustafa Reşid, kışın cepheyi bekleyecekleri gerekçesiyle “sekban” adında yeni bir ordu kurulmasını önermişti, İbrahim yeni ve talimli askerin nasıl oluşturulacağını sorusunu boşlukta bırakmıştır. Mustafa Reşid, bu yeni orduyla Rumeli’nin yeniden fethini önerecek kadar sertlik yanlısıydı, İbrahim yumuşaklıkla hareket edilmesi ve tedricî düzenlemeler yapılması görüşündeydi. Mustafa Reşid, çağdaşları arasında yumuşaklığıyla bilinirdi, İbrahim gaddarlığıyla… Kabakçı vakasında Mustafa Reşid’e yeniçeriler “Maşallah Efendi Baba” diyerek dokunmadılar, İbrahim ise çeşitli küfür ve hakaretlerle öldürüldü.
İbrahim, İsmail Beyefendi adlı bir bürokratın oğluydu. Babasının geldiği en önemli görev, ordu 1787’de Rus seferine çıktığında İstanbul’da rikâb-ı hümayun defterdarlığıdır. İbrahim’in Osmanlı ricaliyle bağlantıları sadece babasından kaynaklanmıyordu. Sadaret mektubî kaleminde çalışırken Reisülküttap Bıçakçılar İmamızâde Elhac Mustafa Efendi’nin damadı oldu. Önce serhalife, 13 Mayıs 1785’te de sadaret mektupçusu olarak o ofisin başına geçti. Arada bir azil yaşadıktan sonra, ikinci mektupçuluğu esnasında, orduyla beraber Rusçuk kışlağındayken, rikâb kethüdalığıyla Şubat- Mart 1789’da İstanbul’a çağrıldı. Arası çok geçmeden Aralık- Ocak 1789-1790’da tekrar ordu tarafından istendi.
Cevdet Paşa, yeni sadrazam olan Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın, İbrahim Efendi’nin “hasm-ı canı” olduğunu yazıyor. Orduya gitmek istemeyen ve Cezayirli’nin “elinden yakasını kurtarmak” isteyen İbrahim, “sürre-i hümâyun” eminliğini elde ederek Hicaz’a gitmiş. Hasan Paşa çok geçmeden ölmüş, İbrahim de arada hacı olarak geri dönmüş. Dönüşünde, artık başmuhasebeci olarak orduya gitmekte bir beis görmemiş. Kasım 1791’de azledildiğine göre lâyihasını bu tarihten önce yazmış olmalıdır. 13 Eylül 1792’de ise yeni sadrazam Melek Mehmed Paşa’nın döneminde, Mustafa Reşid’in yerine sadaret kethüdası oldu. Zaten bu ikisinin kariyerlerine bakıldığında birbirlerine halef selef olarak sık sık aynı görevlere getirildikleri dikkati çeker.
İbrahim Efendi, 20 Nisan 1793’te yine lâyihacılardan Mehmed Şerif Efendi’nin yerine başdefterdar oldu. Bir yıl kadar sonra tersane eminliğine atandı. 26 Mayıs 1795’te zahire nazırı oldu. 11 Mart 1796’da ikinci kez başdefterdarlığa geldi. Arada başka görevler de yaptıktan sonra 13 Nisan 1799’da yine Mustafa Reşid’in yerine, bu kez, irâd-ı cedid defterdarı yapıldı. Mustafa Reşid de onun yerine başdefterdar oldu. İrâd-ı cedid defterdarlığı, aynı zamanda talimli asker yani nizam-ı cedid ordusu nazırlığı da demekti. İbrahim Efendi’nin bu görevini Nisan 1805’e kadar beş sene boyunca sürdürmesi herhâlde dostlarının sayısını arttırmamıştır. Sicill-i Osmanî yazarı Mehmed Süreyya, Nisan 1806’da “umur-ı bahriye nazırı” unvanıyla tersane emini olduğunu ve 29 Mayıs 1807’de de Kabakçı vakasında şehit edildiğini yazıyor.
Cevdet Paşa, “Fenn-i kitabette mahir ve tedbir-i umurda misli nadir asilzâde ve fatin” olduğunu, vakar sahibi ve temkinli bulunduğunu, başlangıcından itibaren Nizam-ı Cedid’in çoğu ayrıntılı işinin “müdir u müdebberi” (tedbirli yöneticisi) olduğunu söylüyor. Cevdet’in onun hakkındaki görüşleri, “gaddarlık ve merhametsizlik” ile kötülendiğini ve ayıplandığını ve halk arasında Gizli Sıtma diye “mülâkkab” (lakaplanmış, metinde yanlışlıkla “mukallib” olarak dizilmiş) olduğunu kaydetmek dışında çok olumludur. Cevdet, onun, nice yeni icraatın şekil vericisi ve ressamı (müşekkil ve musavviri) olmasından dolayı III. Selim tarafından çok beğenilen büyük devlet adamlarından olduğunu söylüyor.
İbrahim Efendi’nin lâyihasındaki görüşlere ve bunlardan bazılarının Nizam-ı Cedid kanunlarına nasıl yansıdığına bakacağız ama yeri gelmişken, Cevdet Paşa’nın, İbrahim Efendi hakkındaki görüşlerini esas olarak vakanüvis Asım Efendi’ye borçlu olmakla beraber Asım’ı sorgusuz sualsiz kabullenmesi gibi bir durum olmadığını da not edeyim. Bu farklılık, İbrahim’in şahsiyeti üzerinde anlaşamamaktan ziyade, Cevdet’in, Nizam-ı Cedid konusunda Asım ile ters taraflarda olmasıyla ilgiliydi. Şöyle ki, Asım da, İbrahim’in “Bidayetinden berü Nizam-ı Cedid mesalih-i külliyesinin müdir u müdebbiri” olduğunu söylüyor. Ama Nizam-ı Cedid’e atfettiği değerler olumsuzdur. Ya da en azından bu pasajda öyledir çünkü Asım’ın Nizam-ı Cedid’e yaklaşımında fazla bir tutarlılık yoktur… İbrahim Efendi, ona göre, çoğu mücessem bidat ve uydurma suretlerin ressamı ve tasvircisi olduğu için (ekser suver-i mücesseme-i bida‘ u uhdusenin ressam ve musavviri) yeniçeriler ona, başkalarına göre daha çok kahrederlermiş.
İbrahim Efendi’nin tam metin lâyihası ve askerî konularda ondan yapılan özet elimizdedir. Askerlik konuları bu lâyihanın fizikî olarak üçte birlik önemli bir kısmını kaplıyor ama onun asıl vurgusunun devletin genel durumu, özellikle de valilerin ve reayanın, kısaca taşranın sorunları üzerinde olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir deyişle Hacı İbrahim’in yazdıklarında pek çok lâyihanın aksine, Müslüman veya değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun halkını da görürüz. O, üstelik siyasî bir manada olmasa bile devletin bu halka eşit davranmasını ister.
Elhac İbrahim de hemen bütün çağdaşları gibi içinde bulundukları zaman kesitinde memleket ve saltanatın düzeninin bozuk olduğunu söyler. Devlet-i âliyye şeriatı uygulamaya teşebbüs ettiği, dini yaymaya çalıştığı ve Allah uğruna cihat yaptığı için bu kadar ülkeyi savaş ve barış yoluyla almıştır. Fakat âlemin hâlleri sürekli değişken olduğu için inişler de vardır çıkışlar da. Hatta geçmişte devlet, şu bulunduğu durumdan daha büyük sıkıntılar içerisindeyken Allah’ın sağlamlaştırmasıyla o durumlardan çıkabilmiştir. Devlet-i âliyye, Allah tarafından teyit edilmiştir (müeyyed min- ind-Allâh). Asıl maksat (maksud-ı bizzat) olan memleketin ve devletin düzeni, şeriatın sınırlarına tamamen saygı gösterilmesiyle mümkün olacaktır.
İbrahim Efendi’nin ilk değindiği konu devlet kadrolarının durumudur. Bunların sayılarının çok şiştiğinin farkındadır ama sayıların indirilmesi kalplerin kırılmasını gerektireceğinden bundan sonrası için çok dikkat edilmelidir. Vezirlik ve beylerbeyliği gibi rütbeler basit gerekçelerle herkese değil, ehliyet ve istihkakı olanlara verilmeli, sıfırdan devlet hizmetine giriş güçleştirilmelidir. O, kimsenin devlet hizmetinden atılmasından yana değildir, herkesi hâllerine göre gözetmek devletin şanındandır. Fakat işler genellikle hatır ve rüşvetten dolayı karışmaktadır. Siyasî işlerde (tedbir-i umur-ı mülkiyye) hatıra bakmak bozucu, rüşvet zararlıdır. Devlet adamları hizmetkârlarının çokluğu ve ihtişamından dolayı rüşvete meyletmektedir. Çaresi, hediyeleri kaldırmak, herkesin hâline göre maaşlar vermek ve Osmanlı ülkesinin ürünlerine itibar etmektir.
Elhac İbrahim’in halkın durumunu en çok düşünen lâyiha yazarı olduğunu söylersek sanırım abartmış olmayız. Ona göre memalik-i mahrusanın imarı reaya fukarasının güvenliğine, rahat ettirilmesine ve refaha kavuşturulmasına bağlıdır (fukarâ-yı ra‘iyyetin asayiş ve istirahatleriyle terfih-i hâllerine menuttur). Bu da mezalimin defi ve fukaranın zalimlerin tasallutundan korunmasıyla olacaktır. Valiler, devletin erkânı mesabesinde olduğu için ülkeyi kontrol etmek ve reayayı korumak onlara vediadır. Yapılması gereken, her eyalete ehil bir vali atamak, yılda bir kez alınacak, fazla büyük olmayan bir hediyeden başka onlardan caize istememek, bir valinin görev yerinde en az üç sene kalmasını sağlamak ve tek başına görev yeri olmayı kaldıramayacak yerleri birleştirip tek bir mansıp hâline getirmektir.
Böylece, bir valinin kısa süre içinde azil olunmayacağını hem ahali hem de vali anlayacak, vali, reayayı zalimlerden korumaya başlayacak, ahali de valinin kalıcı olduğunu bildiği için onun emir ve görüşlerine uymaya başlayacaktır. Bu noktada doğrudan bir alıntı yapalım:
“Kaldı ki vülât-ı izâm mansıblarında müstemirr oldukda ibtida vali bulunan mansıbı kendi beyti mesabesinde ittihaz ve mürûr-ı vakt ile mansıbının her malına kesb-i ıttıla birle fukarayı il ve akvamı menzilesine tenzil edeceği…”
Yani valiler görevlerinde kalıcı olursa, vali görev yerini kendi evi olarak görecek ve zamanla mansıbının her gelirini öğrenecek ve halka kendi ili ve akrabası muamelesi yapacakmış. Böylece ahalinin içinde bulunan müfsitler bile valinin kalıcı olduğunu ve kendilerini tedip edeceğini bildikleri için düzgün bir şekilde duracaklarmış.
Valilerin bir yerden diğerine nakillerinin de halk için ayrıca bir zarar kaynağı olduğunu, sağa sola sapılarak 15 günde gidilecek yere 30-40 günde gidildiğini ve vezirlerin geçişiyle nice memleketlerin harap olduğunu belirten İbrahim, eğer görev yerlerinin değiştirilmesi gerekiyorsa valilerin yakın yerlere tayin edilmelerini öneriyor. Hele Anadolu ile Rumeli arasında bir zorunluluk olmadıkça vali gidiş gelişleri hiç olmamalıymış.
Şimdi daha fazla ilerlemeden biraz duraklayalım. Sasanilerden beri Ortadoğu’da bilinen ve İslâmî dönemlerde “daire-i adalet” kavramıyla ifade edilen iyi hükûmet teorilerinin Hacı İbrahim Efendi tarafından keşfedildiğini ileri sürecek değilim. Yalnız bunların ıslahat önerileri çerçevesinde tekrar gündeme getirilmesi büsbütün önemden ari değildi. Çok daha önemlisi, aynı düşünceleri aynı veya neredeyse aynı kelimelerle Nizam-ı Cedid’in ilk kanunlarından olan Vüzera Kanunnâmesi’nde gördüğümüzde Hacı İbrahim’i de bu dönemin yasayıcılarından biri olarak teşhis etmemiz kolaylaşıyor ve kendisine neden Nizam-ı Cedid’in müdir u müdebbiri dendiğini daha iyi anlıyoruz.
Vüzera Kanunnâmesi’nde de vezirlerin / valilerin saltanatın kuvvetlendiricileri olduğunu okuyoruz. O metinde de, taşralar perişan ve reaya fukarası mağdur, merhamet ve şefkate şayeste iken bazı zalimlerin güçleri yettikleri yerleri tahribe cesaret ettiğinin söylendiğini görüyoruz. Bu zalimlerin giderilmesinin vezirlerin nüfuz ve kuvvetine, onların kuvvetli olmasının da rahat ve geçim kaygısından uzak olmalarına bağlı olduğunu söyleyen kanun, bunun için vüzera sayılarının azaltıldığını ve onlardan lüzumsuz hediyeler beklenmediğini söylüyor. Valilerin sık sık değiştirilmesi ise her yerde “birer ikişer derebeyi ve zaleme” türünden adamların fırsat bulmasına neden oluyormuş. Kanun, valilerin artık bir suçları ortaya çıkmazsa üç veya beş seneden önce değiştirilmeyeceğini söylüyor. Hatta halk memnunsa daha fazla da kalabilirlermiş. Bu da o kanunnameden bir alıntı:
“Vüzera-yı izâm mansıblarında müstemirr ve müstebid oldukda her vali kendü eyaletini beyti mesabesinde ittihaz ve gittikçe ahvâl-i fukaraya kesb-i ıttıla ile zaleme makulesinin tediblerine tahsil-i nüfuz ve iktidar edeceğine…”
Elhac İbrahim, valilerin, yöneticilerin, âyan ve zabitanın hepsinin halkı “me’kel” yani yeme kaynağı olarak gördüklerini ve “havsala-i tahammülden hâriç mezalime cesaret” ettiklerini yazıyor. Fukaranın yükünü hafifletmek için de sâlyanelerinin yılda iki taksite bölünmesini ve ara tarihlerde de yeni sâlyane çıkarılmamasını öneriyor. Ayrıca vilayet masraflarının olduğu tevzi defterlerinin sadece yönetici ve âyana değil, mahkemeye davet edilmek suretiyle o yörenin ihtiyarlarına ve ileri gelenlerine de gösterilmesini ve aynı defterin bir nüshasının da başkente iletilmesini söylüyor.
Reaya fukarası “emanetullah” olduğu için korunması gerekirken “havas ve evkaf diyerek bazı serbest olan mahallerin fukarası” gözetiliyor ve geriye kalan reaya sanki “Devlet-i âliyye’nin değil gibi muamele” görüyor ve sahipsiz görülerek zalimler tarafından aşırı sıkıştırılıyormuş. İbrahim Efendi, artık havas ve evkaf denilmemesini, ekstra vergiler ve diğer konularda bütün reayaya eşit davranılmasını (cemî‘ reaya-yı memalike ale’s-seviye muamele) teklif ediyor. Buna Fransız Devrimi ile gelen vatandaş eşitliği veya siyasî anlamda bir eşitlik demek güç ama tebaanın içinde ayrıcalıklı gruplar oluşturulmasına karşı tavır almanın da tamamen önemsiz olduğunu sanmıyorum. İbrahim Efendi ayrıca, yerel seviyede önemli işlerin görülmesinin âyana bağlı olduğunu dolayısıyla her kaza ahalisinin âyanlığa kimi seçerse sene bittiğinde âyan ve halkın hesaplarının şer‘i mahkeme aracılığıyla görülmesini ve eğer âyanın tevzi defteri dışında halktan para topladığı görülürse derhal tedip olunmasını öneriyor. Aynı şekilde, fahiş cizye vergisi toplanmasına karşı çıkmasına ve cizye evrakının ehl-i zimmet reayaya şeriatın öngördüğü gibi dağıtılmasını salık vermesine bakarak Hıristiyan halkın korunması konusunda da hassas olduğunu söyleyebiliriz.
Elhac İbrahim’in halkın korunması konusundaki bazı düşünceleri böyle. Devlet ne yaptı, onun tavsiyelerini mi tuttu yoksa Köse Kethüda’nın memleketi yeniden fethetme düşüncesine mi uydu diye sorulacak olursa, cevabım, farklı zamanlarda olmak üzere her ikisi de olacaktır. Önce 1792’de Hacı İbrahim’in önerilerini Vüzera Kanunnamesi’ne geçirdi. Sonra da 1798’de Pazvantoğlu üzerine ordu ve donanmayı göndererek Rumeli’ni yeniden fethe girişti.