Geçmişi kendi görüşünü desteklemek için bir veri deposu olarak gören tarih yaklaşımları ancak aksiyomatik klişeler üretir.
Son yazılarımda sıkça değindim; 1920’deki Misâk-ı Millî beyannamesinde ve ondan önceki Erzurum ve Sivas kongrelerinde hâlâ Osmanlılık adına hareket ediliyordu. Hatta Mustafa Kemal Paşa, Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’nin reisi sıfatıyla, 30 Nisan 1920’de, “Osmanlı milleti” vekillerinin emriyle Meclis’ten seçilen bir icra heyetinin memleketin idaresini ele aldığını dünyaya tebliğ ediyordu. Bağımsız ve hür bir devlet hâlinde kutsal hukukunu savunma azminde olan millet de hâlâ Osmanlı milleti idi.
Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta ise, hukuk ve vatandaşlık açısından öyle olmasa bile, gayrimüslimlerin bu “siyasî Osmanlı milleti” içinde görülmedikleridir. Bunu sadece Milli Mücadele dönemi belgelerindeki “Osmanlı İslâm” vurgusundan anlamıyoruz. Ne kongre delegeleri, ne son Osmanlı Mebusan’ı ne de Büyük Millet Meclisi üyeleri arasında gayrimüslimler vardı. Bir anlamda 1856 Islahat Fermanı’ndan beri gelişmekte olan Osmanlı uygulamalarının öncesine gidilmiş, yakın zamanlardaki krizlerin hiçbirinde, meselâ Balkan Harbi’nde, olmayan bir şey olmuş ve Osmanlı gayrimüslimleri siyasî alandan bütünüyle dışlanmıştı. Dolayısıyla, Milli Mücadele döneminde, son devirler Osmanlısı’nda görülmeyen derecede bir İslâmîlikten söz etmek veya “Osmanlı Milleti” kavramının bir kez daha yeniden kurgulandığını söylemek pek yanlış olmaz kanaatindeyim.
Yeni baştan keşfedilmiş bu İslâm-Osmanlı kimliğinden “siyasî Türk” kimliğine geçiş ise hakikaten başdöndürücü bir süratte olmuştur. Misâk-ı Millî beyannamesinin üzerinden henüz tam bir yıl geçmeden, 20 Ocak 1921’de TBMM’de kabul edilen Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, devletin adının artık resmen “Türkiye” olduğunu ilân etmekteydi. Üçüncü maddesi aynen şöyledir: “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükûmeti ‘Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’ unvanını taşır.” Bu anayasa, Türkiye’de asıl siyasî gücün nerede olduğu hususunda da şüpheli bir nokta bırakmıyordu: “Hâkimiyet bilâ kayd u şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir (Madde I).” Dolayısıyla Erzurum ve Sivas kongrelerinin “Kuva-yı Milliyeyi âmil, irade-i milliyeyi Hâkim” kılmak kararı anayasal bir statü kazanmıştı.
Bu sürecin “terminus ad quem”i (bitim noktası) ise hiç şüphe yok ki TBMM’nin saltanatı ilga ettiği 1 Kasım 1922 tarihidir. Devletin, siyasî kimliğin ve tabii ki vatandaşlığın adlarının kendisinden türediği bir hanedanın saltanatını halk egemenliği gücüne dayanarak ilga etmek muhakkak ki çok önemliydi. Osmanlı saltanatı ilga edildikten sonra kimsede “Osmanlıyım” diyecek mecal kalmaması da normaldir. Böylece, Osmanlılık tüm anlamlarıyla birlikte hızla daralmış ve Türkiye sınırları içinde “Osmanlı” denince sadece Osmanlı hanedanının kendisi kasdedilir ve anlaşılır olmuştu ki o da ancak 3 Mart 1924’te hilafetin kaldırılmasına kadar devam etti.
Osmanlı’nın Türkiye’ye dönüşümünün siyasî hikâyesi kuşbakışı böyle elbette ama bu dönüşümün kimlik ve zihniyet açılarından bakılarak yorumlanması veya anlamlandırılması hususlarında tam bir karmaşa var. Daha ziyade “Osmanlı” ve “Türk” kavramlarına birtakım değerler atfeden klişelerin tahakküm altına aldığı bir keşmekeşten söz etmek daha doğru olur sanırım. Aralarında bir önem veya öncelik sırası pek gözetmeksizin ve birbirleriyle çelişip çelişmediklerine bakmaksızın bu basmakalıp fikirlerden bazılarını özetleyeyim: Osmanlılar kendilerinin Türk olduğunu bilmezdi. Osmanlılar kendilerini Türk olarak görmezdi. Kendilerine ehl-i islâm, gazi, Müslüman derlerdi. Türkler bütün Osmanlı asırları boyunca hep aşağılanmıştır / Osmanlı Türkleri hep hor görürdü. Osmanlı, ‘Türk’ deyince ‘köylü’ demek isterdi. Osmanlı, Türklere ‘Etrâk-ı bî-idrâk’ (anlayışsız Türkler) derdi. Osmanlılarda son zamanlara kadar millî bir şuur gelişmemiştir, ancak 19. yüzyılda bir kımıldanış vardır. Son zamanlarda da gelişmemiştir, bu ancak Cumhuriyetle olmuştur. Türk kimliği bilinci hatta Türk milletinin kendisi Cumhuriyet döneminde icat edilmiştir. Türk kimliği ancak o zaman seçilmiş ve oluşturulmuş bir kimliktir. Osmanlı’da millet bilinci yoktu ümmet bilinci vardı. Amma… Misâk-ı Millî’yi imzalayan ekipte ani bir ulusal bilinç berraklaşması vardır…
Tarihî tecrübe anlamındaki geçmişi sadece bugünkü duruşunu ve kendi görüşünü desteklemek için bir veri deposu olarak gören bu tür bir yaklaşımın tam aksi şeyleri söylüyormuş gibi yapan ama aynı yöntemi kullanması açısından ona çok benzeyen bir ikizi veya daha iyisi, aynadan yansıyan bir sureti de var tabii. Eh, o da, teorik bir noktadan hareketle, yukarıdakilerin tam tersini söylüyor işte. Türkler, tarihî kayıtların tutulmaya başladığı devirlerden, hatta ondan önce bile, hep bir millet/ulus olarak yaşamışlardır. Çeşitli coğrafyaları, hanedanları ve dönemleri aşan bir ulus bilincine sahiptirler. Osmanlı tarihi, Türk milletinin tarihinin bir cüzüdür. Osmanlılar da bu kadim milletin bir parçasıdır. Bunu hep bilmiş ve gurur duymuşlardır.
Muhakkak ki istisnaları var ama birinci gruptaki klişeleri Türkiye’de nedense hem disiplin olarak tarihin hem de tarihî bir kategori olarak “ulus”un “inşa” edilmiş varlıklar olduğunu düşünenler benimsiyor. Buna kısaca “inşacı” (constructionist ve/ya constructivist) yaklaşım diyebiliriz. Bilerek kısa tuttuğum ikinci gruptaki klişeleri ise insanların yaradılıştan beri “uluslara” ayrıldığına, ulus hâlinde yaşadıklarına ve bu ulusların huyunun suyunun değişmediğine inananlar benimsiyor. Buna da “kadimî” (primordialist) yaklaşım diyebiliriz.
Osmanlı söz konusu olduğunda iki yaklaşım arasında, herhalde Osmanlı tarihinin bu ülkede “inşa” ve okullarda vaz’ ve vaaz ediliş tarzından ileri gelse gerek “şaşırtıcı” örtüşmeler görmek de olası. Meselâ, tarih boyunca Türklerin millet/ulus şeklinde bir siyasî teşekküle sahip olduğunu ve öyle örgütlendiklerini varsayan, daha somut konuşursak, 6. Yüzyıldaki bir kabile konfedarasyonunun “millet” olduğunu düşünen bir primordialist, “milliyetçilik” akımları karşısında Osmanlı devletinin nasıl yıkıldığını hikâye ederken şöyle bir kurguya başvurabiliyor:
“19. Yüzyılda Batı’dan gelen milliyetçilik akımları önce Balkanlar’daki, sonra Anadolu’daki gayrimüslimleri etkiledi. Daha sonra da Türk olmayan Müslümanlar etkilendi. Hepsi imparatorluktan kopmak için çalışmaya başladı. Son olarak Mekke Şerifi önderliğindeki Araplar ayaklandı. Türklerin millî şuuru da ancak ondan sonra uyanmaya başladı.”
E, hani kadimî devirlerden beri “Türk milleti” diye bir varlık vardı? Hep millet olarak yaşıyorlardı da millî şuurlarının uyanması için (bu da ilginç bir metafordur) herkesin dağılıp gitmesini mi beklediler? Gerek imparatorluk dönemindeki, özellikle kültürel (ama o kadarla sınırlı da değil) Türk milliyetçiliğini, gerekse de 1850’lerden itibaren ciddî olarak yeni bir millet, “Osmanlı Milleti”nin ortaya çıkmasını sağlayan “Osmanlıcılık” ideolojisinin de bir tür milliyetçilik, resmî bir milliyetçilik olduğu gerçeklerini hiç dikkate almayan şu yukarıdaki tarz tarih tezleri ve onların kurdukları kronolojiyle esastan bir ayrılığım var. Bu kurgu, okullaşmanın ve okuma yazma oranlarının düşük olduğu ve genellikle de çöl veya dağlık bölge olmaktan dolayı içine kapalı olan çeperdeki topluluklarda, neden imparatorluğun payitahtı veya liman kentlerinden daha önce bir millî bilinç oluşması gerektiğini açıklamıyor. Dahası, çeperdeki toplulukların da modernist Osmanlı devletinin merkezileştirici politikalarına tepki verebileceğini hiç hesaba katmıyor. Tek bir gazetenin bile çıkmadığı ve okuyan-yazan kamuoyunun sözkonusu olmadığı bir aşiret toplumu olan Hicaz’da ne diye, yüzlerce matbaanın faaliyet gösterdiği ve onlarca gazetenin çıktığı İstanbul’dan daha önce bir “millî intibah” hadisesi yaşansın ki? Bahusus, Arap kültürel milliyetçiliğinin merkezleri olan Beyrut veya Şam, savaşın sonuna kadar Osmanlı’ya sadık kalmışken?
Satırlar arasında epey bir şeyler söyledim ama bendeniz bu “inşacı” ve “kadimî” yaklaşımlar karşısında nerede duruyorum? Hemen baştan belirteyim ki tarih disiplininin kendisi belirli metodolojiler içerisinde belli oranlarda bir “kazı”, “söküm” ve “inşa / yeniden inşa” faaliyetine izin verse de tarihçiliğin “münşiyâne” bir faaliyet, tarihin de külliyen bir inşa olduğunu, hele hele bu ülkede cesurca dile getirildiği gibi kurgudan ibaret olduğunu düşünmüyorum. Ortalıkta bu modele çok yaklaşan pekçok “eser” olduğunun veya kurgusal eserleri tarih sananların bulunduğunun da farkındayım ama en azından hedef bu olmamalı. Hâl böyle olsaydı roman yazar, “tarih” diye sunardım!
Bir siyasî örgütlenme biçimi olarak “ulus”un ise, bir kaçınılmazlık olmamakla birlikte tarihî gelişmenin belli bir evresinde, modernite ile birlikte ortaya çıktığını yine tarih disiplini sayesinde biliyorum. Siyasî sadakatın odak noktası olarak milletin/ulusun ortaya çıkışının ve oradan yola çıkarak siyasî bir ideoloji olarak milliyetçiliğin belirmesini belki 17. Yüzyıldaki İngiliz ve özellikle de 18. Yüzyıldaki Fransız Devrimleri’ne kadar geri götürebiliriz ama sanırım II. Ramses, Kleopatra veya Bumin Kağan zamanlarına gidemeyiz. Milliyetçilik ideolojisinin, bulduğu ve yöreden yöreye değişkenlik gösteren malzemeden milleti oluşturması herhâlde ciddî bir inşa faaliyetidir ve modern zamanlara özgüdür. Hiçbir şey değilse geçmişi anlamaya çalışırken değişiklikleri (ve devamlılıkları) yakalamaya veya tesbit etmeye çalışan bir tarihçi olarak kendime primordialist diyemem. Öte yandan yukarıda sıraladığım ve ancak bağlamlarından koparılmış birtakım yarı-gerçekleri ihtiva eden tüm klişeler ile çok ciddî sorunlarım var.