Padişah, ulema ve devlet adamlarının bu esas belgeye yemin etmeleriyle birlikte Tanzimat dönemi başlamış oldu.
Daha çok Tanzimat Fermanı olarak bilinen 3 Kasım 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayununun, Osmanlı sistem arayışları tarihinde ayrıcalıklı bir yeri vardır. Bu önemli belge, sadece yapılacak yeni kanunların dayanacağı ana maddeleri (mevâdd-ı esâsiye) ilân ettiği için değil aynı zamanda bir ahitleşme olduğu için de anayasal nitelik taşımaktadır. Dahası, burada, padişah dâhil tarafların, karşılıklı müzakereler veya pazarlıklardan sonra birbirlerine somut taahhütlerde bulunmaktan ziyade belgenin kendisine sadakat duydukları ve onu ön plana çıkardıkları söylenebilir. Gülhane 1839, kişilerin veya grupların garantörlüğünde bir belge olmaktan çok, padişah dâhil tüm kişilerin üstünde ve bağlayıcılık niteliği yüksek olan bir esas belgedir.
Burada, bu fermanda, nelerin geçmişe yaslandığı, devamlılıkların veya kopuşların nerelerde olduğu sorularındansa; neresinde, nasıl bir ahitleşme özelliği gördüğüm hususunu ele almak isterim. Dolayısıyla da fermanın arka planına ve içerik analizine fazla girmeksizin bir özetle yetineyim.
Gülhane 1839, aynen Sened-i İttifak gibi, eski kuvveti zaafa dönüşen bir Osmanlı portresi çizerek söze başlar, şer‘i kanunlarla (kavânîn-i şer‘iyye) yönetilmeyen bir ülkenin payidar olamayacağı gözlemiyle devam eder. Padişah Abdülmecid, ülkesinin iyi idaresi için bazı yeni kanunların (kavânîn-i cedide) yapılmasının gerekli olduğunu söylemektedir. Bunların özü de, herkes için can, ırz, namus ve mal güvenliği, vergilerin belirlenmesi ve askerliğin düzenlenmesidir. Bu düzenli kanunlar (kavânîn-i nizâmiyye) yapılmadıkça ülkenin güçlenmesi, bayındır ve güvenli olması, rahat etmesi mümkün değildir. Bundan sonra, suçlananların davaları, şer‘i kanunların gerektirdiği gibi açıkça soruşturulup hükme bağlanmadıkça hiç kimse hakkında açık veya gizli, idam ve zehirleme cezaları uygulanmayacaktır. Hiç kimse başkasının ırzına ve namusuna saldırmayacak, herkes malına ve emlâkine serbestçe tasarruf edecektir. Bir kişinin suçunun kesinleşmesi durumunda onun veresesi o suçtan dolayı suçlanmayacak, onun varlıklarına müsadere uygulanması yoluyla miras haklarından mahrum bırakılmayacaktır. Böylece padişah, Müslim- gayrimüslim bütün ahali için bu konularda tam garanti (emniyet-i kâmile) verdiğini ilân etmiş oluyordu.
Gülhane ile Müslüman olanlar ve olmayanlar arasında eşitliğin getirildiği konusundaki yaygın kanaat da tam olarak bu noktadan kaynaklanmaktadır. İster İslâmî geleneğin “zaruriye” ilkelerine, isterse “doğal hukuk” anlayışına gönderme yaparak söyleyelim, bu temel konulardaki garantiler tabii ki Osmanlı toplumunda ilk kez telaffuz edilmiyordu. Mevzu uzun, kısaca not edeyim ki bu garantilerin padişah tarafından bir kez daha teyit edilmesi, Müslüman olan ve olmayanların hukuk önündeki eşitliğinin tanınması anlamına tabii ki gelmiyordu.
Fermana dönersek, gerekli kanunların oy birliği (ittifak-ı ârâ) ile kararlaştırılacağı yerin, üyelerinin sayısı arttırılacak olan Meclis-i Ahkâm-ı Adliye olduğu söyleniyordu. Askerî düzenlemeler ise Dâr-ı Şûrâ yı- Askerî’de yapılacaktı. Üyeler ve devlet adamları haftada iki gün bu meclislerde toplanacak ve düşüncelerini “hiç çekinmeyip serbestçe söyleyerek” yapılacak kanunları tartışacaktı. Her kanun kararlaştırıldıkça onaylanmak üzere padişaha arz olunacak, böylece yürürlüğe girecek ve sürekli olarak düstûrü’l-amel tutulacaktı.
Sened-i İttifak nasıl ki Devlet-i Aliye’nin “te’yîd ve ihyâsı” için idiyse Tanzimat Fermanı ile onun içini dolduracak olan kanunlar da öyleydi. Abdülmecid, fermanda “işbu kavânîn-i şer‘iyye mücerred din ve devlet ve milleti ihyâ için vaz’ olunacak olduğundan cânib-i hümâyûnumuzdan hilâfına hareket vuku’ bulmayacağına ahd ü misâk” edeceğini söylüyordu. Dahası, ulema ve devlet adamları da Hırka yı-Şerif odasına götürülerek yemin ettirilecekmiş. Dolayısıyla, padişah, fermana ve yapılacak olan kanunlara kim karşı çıkarsa, rütbeye, hatır ve gönüle bakmayarak cezalandırılmaları için bir de ceza kanunnamesi düzenlenmesini emrediyordu.
Sonrası biraz ilginçtir, Abdülmecid’e göre işte bu açıklanan keyfiyet, eski usulü bütünüyle değiştirip yenileyecekmiş (usûl-i atîkayı bütün bütün tağyir ve tecdit demek olacağından). Dolayısıyla ferman, İstanbul ve bütün Osmanlı ülkesine duyurulup yayılacağı gibi, ebediyete kadar var oluşuna tanık olmaları için dost devletlerin elçilerine de resmen bildirilecektir. En sonunda ise yine usulden olduğu üzere padişahın ağzından Allah’tan başarı temennisi ve beddua var: “[B]u kavânîn-i müessesenin hilâfına hareket edenler Allahu Teâlâ Hazretlerinin lânetine mazhar olsunlar ve ile’l-ebed felâh bulmasınlar âmin.”
Gülhane Hatt-ı Hümayununu açımlamak amacıyla vilayetlere gönderilen ve resmî gazete Takvim-i Vekâyi’de yayımlanan başka bir fermandan hem Abdülmecid’in hem de ulema ve devlet adamlarının fermanın okunduğu gün ettikleri yeminlerin neye benzediğini öğreniyoruz. Bu fermana göre, Gülhane Meydanı’nda bütün ulema, vükelâ, vüzerâ, diğer devlet adamları, büyük küçük bütün kâtipler, devlet memurları, yabancı elçiler, İstanbul’daki bütün din görevlileri, tarikat şeyhleri, imamlar, hatipler, Rum, Ermeni ve Katolik [Ermeni] patrikleri, hahambaşı ve her esnaf grubunun kethüdaları çağrılarak “cemiyet” ettirilmiş. Padişah da bizzat hazır olduğu hâlde ferman okunmuş.
Padişahın yemini, kendi ağzından şöyledir: “[H]att-ı hümâyûnumda münderiç olan kavânîn-i şer‘iyyenin harf be harf icrasına ve mevâdd-ı esâsiyenin fürûatına dair ekseriyet-i ârâ ile karar verilen şeylere müsaade eyleyeceğime ve hafî ve celî haricen ve dâhilen taraf-ı hümâyûnuma ilka olunan şeyleri kavânîn-i müesseseye tevfik ve tatbik etmedikçe kimesnenin lehine ve aleyhine bir hüküm ve ferman etmeyeceğime ve vaz’ olunmuş ve olunacak kavâninin tağyirini tecviz buyurmayacağıma vallahi…” Yani, Abdülmecid, kendi fermanındaki hususları aynen uygulamaya, oradaki ana maddeler/ilkeler uyarınca yapılacak ve oy çokluğu ile kararlaştırılacak ayrıntılı kanunlara izin vereceğine, konulmuş ve konulacak kanunların değiştirilmesini onaylamayacağına, birileri gizli veya açıktan kendisine bir görüş telkin etmeye çalıştığında, kanunlara uymadığı sürece kimse hakkında olumlu veya olumsuz bir hüküm vermeyeceğine yemin etmiş bulunuyordu.
Seçkin bir grup ulemaya, devlet adamına ve vezirlere padişahın verdirdiğini söylediği yeminde ise, bunların padişahın şahsına, saltanatına, devletine ve millete tam bir sadakat ve doğruluk ile hizmet edecekleri ve konulmuş kanunlara hiçbir şekilde muhalif olmayacakları hususları var. Eğer karşı çıkan olursa, yine Sened-i İttifak’ta olduğu gibi “hiç hatır ve gönüle ve merâtibe (rütbelere) bakmayarak cümlesi davacılık” edeceklermiş. Bu hususlara ve hiçbir zaman, hiçbir şekilde “hıyaneti irtikâb etmeyeceklerine vallahi” diyerek yemin etmişler.
Tanzimat Fermanıyla padişahın kendi gücünü ve yetkilerini sınırladığına sıkça işaret edilir ve bu doğrudur. Şair Şinasi de hamisi ve Tanzimat Fermanını kaleme alan Mustafa Reşid Paşa’yı överken fermanın aynı özelliğine dikkat çekmiştir:
Bir ıtık-nâmedir insana senin kanunun
Bildirir haddini Sultan’a senin kanunun
Fermanda en temel insan haklarının teyit edilmesinin gerçekten de bir azat belgesi olup olmadığını veya özgürlüğün sadece köle olmayış anlamına gelecek bir şekilde kullanılmasını bir yana bırakır ve “had bildirme” deyiminin ikinci anlamı üzerinde durmazsak, Şinasi’nin söylediği budur: Sultan’a bir sınır çizilmiş, güçleri kısıtlanmıştır.
Sultan’ın saltanatı yani otokrasi devam ettiğine göre, bu sınırlanan güçlerin yürütmeyle ilgili olmayıp yasamaya ilişkin olduğunu peşinen söyleyebiliriz. Abdülmecid, tüm kamuya, yasaların artık meclisler / kurullar tarafından hazırlanacağını, buralarda tam bir konuşma hürriyeti (kürsü dokunulmazlığı) olacağını, kendisinin de din, devlet ve millete hayat verecek bu yasalara asla karşı çıkmayacağını, onları veto etmeyeceğini ilân ediyordu. Daha önce bir yazımda kısaca değinmiş olduğum için fermanın içinde yasaların “oy birliği” ile; yemin metninde ise “oy çokluğu” ile yapılacak olduğunun söylenmesindeki aşikâr tutarsızlığa burada yeniden girmeyeyim. Önemli olan, bu fermandan sonra, imparatorluktaki kurulların karar alma yönteminin “oy çokluğu” yönünde değişmesi ve bunun da muhalif olmaya imkân tanıdığı için daha demokratik olduğudur. Kısacası, padişah sadece Gülhane üzerine yemin etmekle kalmıyor, ondan sonra yapılacak kanunlara da hem karşı çıkmayacağına hem de onları harfiyen uygulayacağına yemin ediyordu. Bunun padişahın bir esas belgeye yemin etmesi ve tabii ki hukukun üstünlüğü ilkesinin uygulanması yolunda atılmış büyük bir adım olduğunu vurgulamaya gerek bile yoktur.
Gülhane 1839’un anayasal bir sözleşme olması ulemanın ve ricalin ettiği yeminle de perçinlenmiştir. Burada hâliyle, onların kendi güçlerini kısıtlamaları gibisinden bir durum yoktur ama onlar da hem fermanı hem de daha sonra yapılacak kanunları toplu olarak kabul etmiş ve bir anlamda bütün sisteme sadık kalacakları hususunda yemin etmişlerdir. Fevkalâde dikkat çekici olan bir nokta ise, bu kadar erken bir dönemde, kendisine sadık kalınacaklar arasında “millet” diye bir varlığın da açıkça telaffuz edilmesidir. Siyasi sadakatin odağı olma hususunda padişah ve devleti artık yalnız değildir. Modernleşme açısından burası önemlidir.
Bu milletin kimlerden oluştuğu sorusu ise azim bir sorudur. Sened-i İttifak’ta da, kendisine sadakat yemini edilmese de, en azından pasif olarak bir “millet” lâfı geçiyordu. Orada herhangi bir şüphe yoktu ve o milletin sadece Müslümanlardan oluştuğu çok açıktı çünkü “millet-i beyzâ-yı Ahmediyye” deniyordu. Burada böylesine bir sarahat olmamasına, kelimenin hem fermanda hem de yemin metninde yalın olarak kullanılmasına ve bunun da daha geniş anlamlara açık olması ihtimaline rağmen ben kast edilenin hâlâ sadece Müslümanlar olduğu düşüncesindeyim. Patrik efendiler de davetliler arasındaydı ama kendilerine sadakat yemini ettirilmemişti. Aynen sefirlerde olduğu gibi.
Gülhane’nin önceki sözleşmelerle bağlantısı muhakkak ki ayrıca incelenmeye değer. Burada Sened-i İttifak’la bazı benzerliklere değindim. Tabii ki “ihya”yı amaçlayan ahitleşmeler olmaları, garantiler, saltanata sadakat, askerlik ve vergi konularında örtüşmeler var. Yasama konusu, yasaların nasıl yapılacağı, padişahın yasayıcılara tartışma serbestisi tanıması ve dahası kararlaştırılıp önüne gelen yasalara karşı çıkmayıp onaylayacağı, yani işlevsel olarak yasama ve yürütmeyi ayırma çabaları açısından ise Nizam-ı Cedit’le büyük örtüşmeler var. O kadar ki, Nizam-ı Cedit’e hangi sebeplerden ötürü “Yeraltı Tanzimatı” dediysem, Tanzimat’a da “Yerüstü Nizam-ı Cedidi” diyebilirim. Tanzimat Fermanı’nı hazırlayanların ilândan önce geçirdikleri korkular da bu yüzden miydi acaba?