Her tarihî olay arkasında belgeler bırakır. 15/16 Temmuz vahşeti ve onu yenen direniş geleceğin tarihçilerine nasıl bir malzeme bırakacak acaba?
Tarih yazarken elbette ki “şöyle olmuş olsaydı nasıl olurdu?” türü spekülatif ve olguya ters giden bir yöntemle fazla bir mesafe alınamaz. Tarihçiler her şeyden önce kesinleşmiş olguları ve olayların tarafı olan çeşitli aktörlerin ürettiği belgeleri dikkate almak durumundadır. Bu tür bir fikir egzersizi yapmak, olanı biraz daha etraflıca anlamaya yarayabilir, o başka. Bir de tabii ki işin içine zamansallık boyutunu katarak anlamaya çalışmak var. Tarih, daha doğrusu geçmiş olaylar, kendini tekrarlamaz (nitekim son kaos girişiminde de tekrarlamadı) ama insan davranışları da belirli kültürel kodlar içinde anlaşılabilir. Dolayısıyla belli bir olaya bir zamansallık boyutu ekleyerek yaklaşmak neredeyse kaçınılmaz olmaktadır.
Öyle de oldu. Kaosun hizmetkârları, yaptıklarını belli bir darbeler geleneği içinde yaptıklarına, o kültür içinden konuştuklarına dair çeşitli mesajlar verdiler. Başta direnenler olmak üzere muhatap alınanlar da hemen kişisel ve toplumsal hafızalarını yokladılar, gördüklerinin eski darbelere nesinin benzeyip benzemediğini anlamaya çalıştılar. 15/16 Temmuz’un, geçmişte demokrasiye yapılan müdahaleler arasındaki onursuz yerini daha şimdiden aldığını görüyoruz ama kamusal alanda yapılan tartışmalarda tebellûr etmeye başlayan bir icmaya göre bu olanlar daha önce Türkiye’nin yakın geçmişinde olan hiçbir şeye benzemiyor. Osmanlı’da da şeyhlikten şahlığa bir dönüşüm hiç olmadı. Belki Safeviler ve Kuzey Afrika’daki İbn Tumart akla gelebilir ama hiç girmeyeyim.
Türkiye içinde durum çok net ve açık. Bir tarafta meşruiyet, huzur, barış, demokrasi isteyen bir ülke var diğer tarafta niyetlerini ve neyi planladıklarını henüz tam olarak kestiremediğimiz bir gizli örgütlenme. John F. Kennedy’nin meşhur ettiği “Zaferin bin tane babası var, mağlubiyet bir yetim” sözü de daha şimdiden haklı çıkıyor. 15/16 Temmuz gecesinin “akılsız şiddetini” kınayanlar arasında Fetullah Gülen de yok muymuş meğer? Şiddetin akıllısı mı makbul, geçiniz ama burada kendisi için en ağır savaş suçlarını hatta insanlığa karşı suçları tereddütsüz işleyenleri nasıl bir ortada bırakıştır bu böyle?
New York Times tarafından okurlarına “İslâm âlimi, vaız ve sosyal kampanyacı” olarak tanıtılan Gülen’in 25 Temmuz tarihli mektubundan bahsediyorum. Herhalde kendisi oturup yazmadı ama işte geleceğe kalacak dört başı mamur bir belge. Kınamış darbe girişimini. Aynen Türkiye muhalefetinin üç büyük partisi gibi iktidarın, zorla değil, serbest ve adil seçimler ile kazanılması gerektiğini söylemiş. Türkiye ve Türk vatandaşları için Tanrı’ya dua etmiş. Fakat Türkiye’nin giderek daha otoriterleşen Cumhurbaşkanı Erdoğan, onu hemen kalkışmayı organize etmekle suçlamış.
Kurnazlığın bu kadarına da pes! NYT okurları Türkiye’de ne olduğunu bilmez, Türkiye’dekiler de bu mektubu okuyamaz ya… Bir tarafta Erdoğan, diğer tarafta Gülen ile benzer şeyler söyleyen muhalefet var. Türkiye’nin meşru muhalefeti sanki Gülen’i hiç lanetlememiş, ona karşı ortak bir beyanname yayımlamamış. Aynı görüşte, aynı taraftalar canım.
Hiçbir veriyi reddetme lüksüne sahip olmayan bir tarihçi olarak dikkatle okuyorum Aziz Gülen’in Galatyalılara, pardon Merihlilere mektubunu. Dışlamayan, kapsayıcı, çoğulcu ve inanç farkı gözetmeksizin tüm insanlara hizmete adanmış bir İslâm’dan yanaymış. Yerim yok, bu örgütlenmenin kendinden olmayan insanların haklarını gaspederek insanları nasıl dışladığını, kendinden olmayıp da bileğinin hakkıyla kazara okullara girmiş çocukları, gençleri nasıl ezdiğini kısaca hatırlatarak geçeyim.
“Kırk yıldan fazla bir süredir alakalı olduğu hareket” hakkında söylediği tevazu dolu sözler üzerinde ise biraz durmak isterim. Böyle tuhaf yeraltı örgütlerinin en yetkili bir ağzından doğrudan açıklamalar duymaya alışık değiliz ne de olsa. Bu hareketin adı, mektupta Türkçe ve büyük harfle yazılan “Hizmet” imiş. Türkçe’de “service” demekmiş. Peki, öyle olsun. Ben tarihçiyim, savcı değilim. Dışarıdan bir bakışla verilen FETÖ adını kullanmayabilirim. Birinin kendini nasıl nitelendirdiği, sosyal bilimciler için en azından başkalarının nasıl nitelendirdiği kadar önemlidir.
Güzel de “Hizmet” hareketin adı mı gerçekten? Aynı üniversitede çalışan iki kişi birbirlerine “yarın okulda buluşalım” dediklerinde bir karışıklık olmaz, herhalde başka başka üniversitelere gitmezler ama çalıştıkları yerin özel ismi “üniversite” midir? Klüp, fabrika, dergâh, gazete her türlü organizasyon için bu örneği çoğaltmak mümkün tabii. Türkçe “hizmet”in karşılığı “servis” olduğu kadar “service” kelimesi de Türkçe’de “hizmet” olarak karşılanmamış mıdır? Hemen akla gelen tarihî örnek “Milli Emniyet Hizmeti” değil mi? Dolayısıyla, bu örgütlenmenin kendine “Hizmet” demesinin benim için hiçbir kıymet-i harbiyesi yok, bana isim konusunda bir şey söylemiyor. Bilâkis, arkasındaki gerçek ismi saklayan bir aşinalık ve gizlilik kokuyor. Sivil toplum hareketi dediğin böyle gizli kapaklı iş mi yaparmış?
Bu mektuptaki beyanlardan bu örgütlenmenin amaçlarını da öğrenemiyoruz. Ne istiyorlar? Davaları nedir? Söylenen sadece şu: “Hizmet’in değerlerinden ilham alan girişimciler ve gönüllüler 150’den fazla ülkede cemaat hizmeti ve modern eğitime yatırım yapmıştır.” Aman efendim ne büyük bir hayırseverlik, bu nasıl bir cömertlik… “Büyükbaba senin tırnakların niye o kadar uzun veya eğitim öyle yatırımların karşılığının çabucak alındığı kârlı bir sektör mü?” gibisinden bön soruları sormayayım isterseniz. İşte şu yaşadıklarımız, eğitime, hasseten de askerî eğitime yapılan yatırımların amaçlarını gösterdi. Hizmet ve diğer “sivil toplum kuruluşlarına” yapılan baskılardan da söz ediyor mektup. Orduda yuvalanmış ve halkı katleden böylesi STK’lardan, eğitime yatırım yaptıkları diğer ülkelerin de nasibini almamasını temenni etmekten başka çare yok! Burada şöyle bir şerh vereyim bu belgeye: Terörün bir ideolojisinin ve davasının olmaması mümkün değil. Fakat bir aygıt olarak “hizmetlerin/servislerin” böyle bir tavrı olmayabilir tabii ki…
Mektubu yazanın dünya siyasetinin nabzını layıkıyla tutabilen bir siyaset piri olduğu ise her vechiyle açık. “Batı demokrasilerinin ılımlı Müslüman sesler aradığı bir zamanda” kendisi ve arkadaşları El Kaide’ye, DAİŞ’e, Boko Haram’a nasıl da karşı çıkmışlar, onu hikâye ediyor. Daha başka yiğitlikleri de var. “Sayın Erdoğan” “demokrasiden despotizme dönerken sessiz kalmamış”lar. Daha neler neler… “Şiddetli aşırıcılıklar, barışçı gösterilerle ve demokratik siyasetle kendilerine meydan okunamayan diktatörler altında yaşamaya zorlananların kızgınlıklarından beslenir. Türkiye’de Erdoğan hükûmetinin diktatörlüğe yönelmesi halkı mezhebî, siyasî, dinî ve etnik hatlar üzerinden bölüyor ve fanatikliği beslemektedir” diyor mektup. Aa, benzer sözleri 15 Temmuz gecesinin premature darbe bildirisi de söylemiyor muydu? Türkiye, “korkuya dayalı otokrasi ile yönetilen bir ülke hâline” getirilmemiş miydi? “Yurtta Sulh Konseyi” de “dil, din, etnik köken ayrımı yapmaksızın toplumun tüm kesimlerini kapsayacak bir anayasa” yapmayacak mıydı? Bağlantı mı arıyorsunuz hâlâ?
Peki, kestirmeden sorayım: Alıyor mu Batılılar bu eskileri? Tek-tük eleştirel sesler çıkıyor tabii ama evet, iyi satıyor bu propaganda. Gülen’in Türkiye’deki “sivil toplum” faaliyetleri için delil peşine düşüyorlar. Söylenecek çok şey var. Başka ülkelerin vatandaşlarını ülkelerinden kaçırıp Gitmo’ya doldururken delil mi aramıştı ABD? Bu insanlara legal bir suçlama bile getirilmediğine göre hâlâ bulunamadı mı delil? Türkiye’de olanlar “makul bir şüphenin” uyanmasına da mı yetmiyor? Hadi nezaketi elden bırakmayayım, “uydurdukları deliller” demeyeyim, elde hiçbir delil olmaksızın koca bir ülkeyi yerle bir eden gücün aklı, bir malikâneyi aramaya da mı ermiyor?
Fakat haksızlık yapmak da istemem. Böyle her koşul altında geçerli bir pozitivizmleri yok Allah için! Katiyyen belge fetişisti filan değiller. Komplo teorilerini şahikaya çıkarıp darbeyi aslında Erdoğan’ın organize ettiğini söyleyenler delil mi arıyor? Delil mi gösteriyor? Maalesef bunların içinde profesyonel tarihçiler de var. Hollandalı yakın dönem Türkiye tarihçisi Erik Jan Zurcher meselâ. Erdoğan’ın darbe yaptırdığını söylüyor! Kanıt sorulunca “Kanıt yok ama böyle” diyor. Tarihçilik ve bilim adına sözün bittiği yerdir.
Geleceğe nasıl bir malzeme kalacak diye başlamıştık. İşte bir belgeyi biraz olsun tahlil etmeye çalıştık. Kolay gelsin geleceğin tarihçisi ama benden sana nasihat, belge geçmişle aynı şey değildir, fetişleştirip bağrına basma. Aklını kullanmaya cesaret et. Bu arada, tarihçiler pek yapmaz ama bir de ufak kehanette bulunayım: Bu dehşetin mimarları öyle daha önceki saf darbeciler gibi yüzlerce hatırat bırakmayacak. “Okulumuzun abisi Mehmet Abi ile maklube yiyorduk, birden; ‘Abi, asıl Meclis’i bombalamak lazım dedim’. Henüz askerî lisedeydim” türü böbürlenmeleri okumayacağız sanırım. Oysa ne büyüleyicidir meselâ 1960’ın darbeci anıları. Bir zihniyeti hiç utanmaksızın sergiler olanca çıplaklığıyla.