Göçebelik, ama nasıl?

Hakan Erdem

Yarı göçebelik yapan ilk Osmanlıların yerleşik Rumlar ile tek ilişki türü çatışma ve savaş değildi.

Göçebelik, Osmanlı tarihi açısından önemli bir konudur. Osmanlıların kökenleri ve oradan yola çıkarak kurdukları devletin hızlı gelişmesinde hangi faktörün baskın olduğu tartışması, Moğol sonrası Anadolu’da daha eski bir bozkır kabile jeneolojisine dayanarak nasıl siyasî meşruiyet aradıkları, Osmanlı merkezi ile göçebe topluluklar arasında zorunlu iskândan, uzlaşarak yönetişime kadar değişkenlik gösteren ilişkiler… Osmanlının dilindeki, siyasî ve maddî kültüründeki veya Osmanlının somut ve somut olmayan kültür mirasındaki göçebe etkisi gibi daha pek çok başlık sayabiliriz.

İlk Osmanlıların göçebeliğine dair kroniklerden yansıyan çok görüntü var ama önce “göçebelik” derken neyi kastettiğimi gösterebilmek amacıyla birkaç noktayı vurgulamak isterim. Evvela, akademik yayınlarda bile karıştırıldığı oluyor ama sabit bir ikametgâhı olmayan, her hareketli yaşam tarzına sahip kişi veya topluluk göçebe değildir. Daha eski çağlardaki gezgin satıcılar, tamirciler, müzisyenler, halk ozanları ve günümüzde ömürlerinin önemli bir kısmını yollarda geçiren uzun yol sürücüleri, hostesler, pilotlar, bazı diplomatlar veya şirket CEO’ları göçebe değildir.

İkincisi, her göç eden de göçebe değildir. Bugün ekonomik ve siyasî sebeplerle ülke değiştiren mülteciler ve göçmenler göçebe olmadığı gibi geçmişte toplu olarak yer değiştiren pek çok halk da göçebe değildi. 4. Yüzyıl Avrupa’sındaki Kavimler Göçü’nü düşünelim, Vizigotlar sonunda İspanya’da, Vandallar Kuzey Afrika’da karar kılmıştı. Aynı şekilde, 5. Yüzyılda Britanya Adaları’na ulaşan Germen kabileleri Angıl ve Saksonlar veya onların 16. Yüzyılda Kuzey Amerika’ya giden torunları da göçebe değildi.

Bu bağlamda, kroniklerden kaynaklanan güçlü bir kanaat var ama 11. Yüzyılda başlayıp 13. Yüzyıldaki Moğol itmesiyle hız ve yoğunluk kazanarak Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen nüfusun hepsinin göçebe olmadığını kısaca not edeyim. Bunların içinde sadece yerleşik İranlı unsurlar değil, daha Orta Asya’dayken yerleşik hayatla tanışmış olan bazı Oğuz grupları da olmalıdır. Merhum Faruk Sümer, Seyhun boylarında Yeni Kend, Barçınlığ Kend, Öz Kend, Karaçuk, Suğnak, Süt Kend gibi Türkçe isimleriyle dikkat çeken pek çok Oğuz şehri saymıştı.

Kısacası, göçebe olmak için hayvan yetiştirmek ve yetiştiriciliği seyyar olarak yapmak gerekir. Bir göçebe topluluğunu tanımlayan ana iktisadî faaliyet mobil hayvan yetiştiriciliğidir. Tam göçebe topluluklarda herkes göçebedir. Göçün izleyeceği belirli bir rota yoktur. En fazla, otların yeşilini arayan hayvanları izlemekten ötürü genel bir güney- kuzey doğrultusundan bahsedilebilir. Topluluk kısa molalar dışında sürekli hareket halindedir. Dolayısıyla, hayvan yetiştiriciliğinden başka iktisadî faaliyetlerin varlığı yok denecek kadar azdır ve tarım yoktur.

“Transhumanizm” veya “yaylak- kışlak göçebeliği” denilen türdeyse göç düzenlidir ve mevsimseldir. Kışın nerede, yazın nerede geçirileceği ve yaylak ile kışlak arasındaki yol bellidir. Göç güney- kuzey doğrultusunda olabilir ama şart değildir, zaten daha çok diklemesine olur. Kış, daha korunaklı ve yumuşak iklimli bir yerde, yaz ise yüksek, serin, otu bol bir yaylada geçirilir. Yaylacıların da en büyük gelir kaynağı hayvanlarıdır ama tarımdan bütünüyle uzak da değildirler. Ayrıca, tam göçebe bir toplumdan farklı olarak nüfusun bir kısmı göç eylemine katılmayabilir de.

Bu bağlamda özellikle Batı kaynaklarında sıkça rastlanan bir yanlışlıktan da bahsetmek gerekir. Bu, üzerinde pek düşünmeksizin, avcı ve toplayıcı toplulukların hareketlerinin de “göçebelik” olarak nitelendirilmesiyle ilgilidir. Oysa bu topluluklarda herhangi bir yiyecek üretimi yoktur ve yiyecekler tabiattan edinilir. Belirli bir bölgenin ne büyüklükte bir insan topluluğunu taşıyabileceği bellidir. Yiyecek kaynakları azalınca grup başka yere gider ama bu onları göçebe yapmaz. Aslında, yiyecek üretimi yaptıkları ve hayvanî gıda üretiminde uzmanlaştıkları için göçebeler, Neolitik Devrim’in bir ürünüdürler ve insanoğlu önce bitki ve sonra da hayvanları evcilleştirdikten sonra ortaya çıkmışlardır. Peşinden gidebilmek için hayvanları önce evcilleştirmeleri gerekiyordu.

Osmanlılara gelince, kronikler, Osman’ın atalarının göçebe olduğu konusunda hemfikirdir, çiftçi veya köylü olduklarını söyleyen yoktur. Hepsi de Osman’ın soyunun Oğuz Han’a eriştiğini gösteren silsileler içerdikleri için siyasî meşruiyeti, göçebe bozkır geleneğinde ararlar. Hepsinde de “göçer evli” Türklerin büyük bölümünü Rum’a getiren Osman’ın “dedesi” Süleyman Şah’tır.

Âşıkpaşazâde, Moğol faktöründen bahsetmeksizin, Acem padişahlarının Araplarla mücadelelerinde, kendileri gibi “Yafes neslinden göçer Türki” dayanak edindiklerini ama Arapların yenik duruma düşmesiyle gayrimüslimlerin itaatsizliğe başladıklarını ve göçerlerden çekinmeye de başlayan Acem padişahlarının 50.000 Türkmen ve Tatar evini vererek gaza etmesi için Süleyman Şah’ı Rum’a gönderdiklerini söylüyor.

Anonim Osmanlı Kroniği’nde Süleyman Şah’ın İran’da Mahan şehrinin (Kirman’da) padişahı olduğu, Mahan’ın Cengiz Han tarafından tahrip edilmesi ve Selçuklular ve Abbasilerin dağılması üzerine, Süleyman Şah’ın Rum’a göç ettiği söyleniyor. “Ve Oğuz tayifesi kim vardur i‘tikâdlular idi, göçmel yörükleridi” diyor.

Oruç Bey ise Anonim ve Âşıkpaşazâde’nin bir karması gibidir. Birkaç noktayı da iyice karıştırmıştır. “Cingiz Han gelüp Acem vilâyetini haraba virdükde”, Araplar, Acem üzerine galip olur (!) Acem beyleri de gayret ederler, Cengiz Han’dan kalmış “konar- göçer Tatar evlerini” bulup, “50.000 Tatar evlerini” Rum ve Arap vilâyetlerine götürmesi için Süleyman Şah’a verirler. “Süleyman Şah, ol vakt Mâhân şehrinin padişâhıdı, bunlar konar- göçer yörükler idi” diyor.

Neşrî ise, Selçuklulara bağlı ve “Gök Alp Han evladından tavarlu ve rızklu bir taife”nin Ahlat yakınlarında konakladıklarını ve Cengiz Han’ın hurucuna kadar 170 yıl orada kaldıklarını söylüyor. Moğollar İran’a saldırınca da “göçer evli etrâkün cümlesi elli bin hane reisleri Süleyman Şah bin Kaya Alp’a” uyarak gelip Rum’a dökülmüşler.

Bu büyük göçebe grubunun Ertuğrul’un idaresindeki küçük bir kısmına Selçuklu sultanı tarafından Söğüt yöresi kışlak, Ermeni ve Domaniç dağları ise yaylak olarak verilir. Bu da bizi, ilk Osmanlıların ne tür göçebeler oldukları konusuna getiriyor ve salt bu kadarından bile tam göçebeler olmadıklarını, yaylak- kışlak göçebeleri olduklarını söyleyebiliyoruz.

Dolayısıyla Colin Imber’in, Oruç’taki, “Er-toñrul, Osman Gazi’ye küçücük iken çift sürdürürdi” ifadelerine dayanarak yaptığı çözümlemeler bir miktar havada kalıyor. Ona göre, bu çift sürme işi göçebe olmakla çelişki içindedir. Bu cümle, Osman ve ailesinin çiftçiler olduğu yolunda, bazı Hıristiyan kaynaklarında da görülen bir geleneğin kalıntısıdır. Imber, “küçücük iken” ibarelerinin bir editoryal tasarrufla eklendiği ve bununla çift sürme hadisesinin Ertuğrul’a yaylak ve kışlak bağışlanmasından önce olduğunun anlatılmak istendiği kanaatindedir.

Oysa bütün nüfusun fiilen hayvan yetiştiriciliği yapmak ve dolayısıyla yaylak- kışlak göçüne katılmak durumunda olmadığı transhumanizmde çiftçiliğe (ve diğer uğraşlara da) yer vardır. Mesela, Neşrî, Osman Bey için, oğlu Orhan’ı Nilüfer ile evlendirdiği sırada, “Ol vakıt Orhan yiğit olmışdı. Bir oğlı dahi varidi. Anı göçer ev üzerine müvekkel komışdı” diyor. Orhan, herhalde seferlere gittiği için göçe katılmıyordu fakat Osman Bey’in de geride kaldığını, bir diğer oğlunu ise göçün düzenini sağlamakla görevlendirdiğini ve “göçbeyi” yaptığını söyleyebiliriz. Herhalde Osman’la beraber kalan başkaları da oluyordu. Aynı kayıt, kelime değişikliğiyle Âşıkpaşazâde’de vardır: “Bir oğlı dahı var idi kim anı göç üzerinde koyub durur idi”. Rudi Lindner ise bu bahsedilen oğulu yeni evlenen Orhan’ın oğlu sanmış ve buradan yola çıkarak da Osmanlıları 1330’lara kadar yerleşik hayata geçmeyi tamamlamış olarak görmenin abartılı olacağı yolunda bir yorum yapmıştır.

Kroniklerde, erken Osmanlıların göçebeliğine dair daha pek çok referans bulunuyor. Mesela Âşıkpaşâzade, Osman Bey’in gaza faaliyetine başlamasından sonra karşısındaki Bizanslılara, “Kendüler hod, yer su dutar Türk degüller kim biz dahı anun ile muamele edeyidük” sözlerini söylettiğinde Osman’ın göçebeliğini daha doğrusu göçebeliğinden kaynaklanan hareketliliğini ve içine kıstırılıp kuşatılacak bir şehri olmadığını vurguluyor olabilir. Ne var ki bu, Karacahisar ve diğer kentlerin alınmasından önceki bir zamanı anlatıyordu. Osman’ın, hele ki 1299’dan sonra, kalabileceği pek çok hisarı bulunuyordu.

Âşıkpaşazâde ve Neşrî’de, Osman ve halkının göçebeliğine dair bolca bulunan referansların, Osman’ın hurucundan önceki dönemlere ilişkin olması bir tesadüf olmayabilir. Ola ki, Lindner’in nitelediği gibi eski bir göçebe olan veya göçebelikten çıkmak üzere bulunan Osman’ın hisarlar ve şehirler edinmesi göçebe hayat tarzını bırakmada bir faktör ve aşama olsun. Öte yandan, beyin ve diğer üst düzey yöneticilerin fiili olarak göçebelik yapmamaları başlarında bulundukları topluluğun göçebelikle bütün bağlantısını kesmesi anlamına gelmeyebilir. Bu bağlamda, Bursa ve havalisinde yörüklüğün 20. Yüzyılda bile devam ettiğini hatırlamakta fayda vardır. Ne var ki, göçebeler, toplum içinde beyin kim olacağına karar verme noktasından, güç bela yaşamlarını sürdürebilme noktasına doğru giden bir çizgide hızla marjinalleşmekteydi.

Merhum Mustafa Akdağ, 1949 ve 1950 yıllarında Belleten’de yayımladığı iki bölümlük hacimli makalesinde, XIII. Yüzyılın sonlarında, “Marmara etrafındaki sanayici rum şehirleri merkez olmak üzere, yaylacı türklerle rum halk arasında Marmara iktisadî ünitesi diyebileceğimiz bir birliğin kendiliğinden doğmakta” olduğu görüşünü ortaya atmıştı. Ona göre bu iktisadî birliğin sonunda Osmanlı siyasî egemenliğini getirmesi de kaçınılmazdı:

“İzmit, Bilecik, İznik, Bursa, Alaşehir ve sair kalabalık ve mâmur Bizans şehirlerinde oturan halkın refahları tamamiyle kalabalık türk yayla halkı ile devam eden alış verişlerine bağlı bulunması dolayısiyle, Marmara iktisadî ünitesi üzerine türk siyasî hâkimiyetinin oturması o kadar zarurî ve tabii bir hadise teşkil ediyordu ki, ne selçukî ve beylikler devirlerinin hükümetsizlikleri ve ne de Bizansın bu sahaları türklerden kurtarmak için giriştiği teşebbüsler bu tarihî tekâmülü bir türlü durduramamışlardı.”

Bizans ekonomisinin genel olarak çökmekte olduğu düşüncesinde olan Akdağ’a göre bu iktisadî ünite, Türklerdense Rum şehirleri için hayatî bir öneme sahipti:

“Marmara etrafının rum halkı hudut sahalarındaki Türk ahali ile iktisadî bir ünite teşkil etmek suretiyle kendilerini ancak kurtarabilmişlerdi; Türk müşterilerin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde sanatlarını tâdil etmek ve onlarla dost yaşamak kendileri için bir hayat zarureti haline gelmişti.”

Akdağ, Türklerin bu toprakları istilasının, bölgedeki “hükûmetsizliğe ve feodal beylerin zulümlerine” son vermesi açısından “sadece faydalı” olduğu sonucuna da ulaşmıştı.

Halil İnalcık tarafından şiddetli bir şekilde eleştirilen Akdağ’ın bir dizi destekleyemediği varsayımda bulunduğu inkâr edilemez. Mesela, “sanayici” Rum şehirlerinin, aldıkları halı, kilim ve hayvansal ürünler karşılığında göçebelere hangi işlenmiş malı verdiklerini kroniklere baktığımda göremiyorum. Âşıkpaşazâde, “Bilecik’te kâfirler eyü bardak düzerler” diyor, Lindner de çamdan yapılan bu bardakları “cam bardak” sanıyor ama bu ağaç testiler niye halıdan daha fazla bir sanayi ürünü oluyor anlamıyorum. Bilakis, kaynağımız bu kronikler olacaksa, Bilecik tekfurunun, Osman’ın sürüyle koyun hediyesine, “altın gümüş avadanlık” yani kıymetli metaller, kısaca para ile karşılık vermesinden yola çıkarak, Bizans şehirlerinin mala karşılık mal verebilecek bir durumda olmadığını veya karşı tarafın bu mallara itibar etmediğini söyleyebiliriz.

Ayrıca, Akdağ’ın, Marmara İktisadî Ünitesi’ni 14. Yüzyıldan itibaren büyüterek bütün Anadolu ve Balkanları bu ünitenin etki alanına sokmasını ve sonunda da bu ünitenin “Osmanlı memleketlerinin büyük iktisadî ünitesi” hâline geldiğini söylemesini, modern öncesi dönemde bu büyüklükte bir entegre pazarın olamayacağı gerekçesiyle sorunlu buluyorum. Bütün bu çekincelere rağmen, göçebeler ve yerleşikler arasında çatışmadan başka türlü ilişkiler, hatta ortak yaşam (simbiyoz) olabileceğinin farkında olmasından dolayı ve tabii ki Sayın Bedi Gümüşlü’nün yakınlarda bir makaleyle dikkat çektiği üzere Osmanlı devletinin kuruluşunu ekonomik sebeplerle açıklayan ilk deneme olması hasebiyle Akdağ’ın görüşlerini dikkate almak gerekir.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (7)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.