Bir tarihçi için en güç işlerden biri kendi gününü tarihçi olarak, tarih yöntemlerine uygun olarak yazmaya kalkışmak olsa gerektir.
emel olgular olanca vehametiyle ortadayken, sağdan soldan gelen bilgi kırıntıları birleşip bir sel gibi akarken durum böyle. Veri eksiği yok, fazlası var. Üstelik tarihçinin kendisi de olayların bir tanığı. Fakat müthiş öznel / sübjektif bir tanıklıktır bu. Hızla akmakta olan olayları kendi müktesabatıyla, duruşuyla, tercihleriyle, önyargılarıyla birlikte anlamaya çalışmaktadır. Denizden dönerek yükselen bir hortumun otasındayız. Bu hortumun içinde kendisi de dönerken sağa sola saçılan bildik bilmedik çeşitli objelerin üretilme tarihlerini, hangi kültür tarafından ne amaçla üretildiklerini anlamaya ve bu perakende nesneler arasında nasıl bir ilişki olabileceğini kestirmeye çalışan bir kültür tarihçisi tasavvur edelim. Tanıdığı nesneler, diyelim ki bir direksiyon ve iki otomobil lastiği, bile geçse yanından, “Bu direksiyon beş dakika önce şu iki lastiği yönlendiriyordu” diyemiyor. Diyemiyor çünkü başka lastikler ve direksiyonlar da uçuşuyor. Bir sürü hiç bilmediği nesne arasında… Üstelik bazı nesneler canlı ve sesli. Bazıları sakince, bazıları bağıra çağıra bir şeyler söylüyorlar…
Metafora ihtiyaç var mıydı bilmiyorum ama güncelin kaba saba davetiyle kendimi içine soktuğum cenderede durum biraz böyle. Şu bir haftalık kanlı geçmişi tarihçi olarak anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyorum. Bu kadar kısacık da olsa o geçmişin kendisinin ve üreteceği tarih ile hafızanın başka başka şeyler olduğunu da tamamıyla müdrik olarak bir şeyler söylemek istiyorum. O yüzden olabilecek en serinkanlı tavrımı takınıp artık bilgi kırıntısı veya veri olmaktan çıkıp olgu haline gelmiş şeyleri belirlemek, bunlar hakkında birkaç yorum yapmak, hâlâ anlamadığım konular hakkında da doğru soruları sormak istiyorum. Bunu yaparken bazı şeyleri bildiğimi varsayacağım gibi bildiğim bazı şeyleri de bilmezden geleceğim.
Ne olmuş mesela 15 / 16 Temmuz gecesi? Hiçbir fikrim yok. Ex post facto, hadisenin neticesine bakarak bir şey söylenebilir mi? Tutalım ki ABD Dışişleri Bakanı Kerry veya 5000 sene sonrasının dış uzayından gelme nispeten akıllı bir feza tarihçisiyim, ölenlerle ilgili verilere bakıyorum. 62 polis, 173 sivil ve 5 asker toplam 240 şehide karşı hepsi asker olan 24 darbeci ölmüş. Tam tamına ona bir. Biliyorum rakamlar oynuyor, kesin değil, 246 şehit de deniyor ama mertebe bu. Kompozisyon da herhalde çok değişmez. Sırf bu sayıya bakarak hadisenin evvela bir sivil katliamı olduğunu, ordusu olmayan veya silahsızlandırılmış çoğu işgal toprağında olduğu gibi işgale direnen polisin de yüksek kayıp verdiğini ve asker- asker çatışmalarının baskın olmadığını söyleyebiliriz. Buna isterseniz bir temel olgu diyelim: Asker, askerle genelde çatışmamış.
Bu olguya kimsenin itiraz edeceğini sanmam fakat her sosyal olayda olduğu gibi bu olguya da olumlu ve tam tersi olumsuz değerler yüklenecektir. Ben olumlu olduğunu düşünüyorum. İsyancılar tarafından Meclis’e, Polis Özel Harekât’a ve diğer hedeflere karşı tereddütsüzce kullanılan ağır ve sofistike silahlar aynı ordunun birliklerince birbirlerine karşı kullanılsaydı ne halde olurduk bugün? Bu mu “müsamere darbesi”? Batı dillerinde içsavaşın adı “sivil savaş”tır, burada sivilller arasında değil evvela askerler arasında kızıl kıyametin kopmasını istediler. Farkında değil misiniz ki bu adamlar bunu göze almış. Kırk yıllık takiyyelerin ve katakomblarda yaşamaların ruhlarında yarattığı tahribat pahasına özene- bezene inşa ettikleri evrenlerinin artık bildikleri gibi kalmayacağını anladıklarında çıldırıp saldırdılar.
Fakat biliyor musunuz, biraz da kopyacılıktan gittiler. Soruları ele geçirip veya kendileri hazırlayıp adamlarına dağıtarak hak etmeyenlerin yüzde yüz başarılı görünmesini sağladılar. Ona göre not verdiler, ona göre mezun ettiler. Sonrasında da ona göre yükselttiler. Kâğıt üzerindeki başarının kendilerini “en iyi” yapacağını düşündüler. Liyakatın kendilerine de lâzım olduğunu anlamayacak kadar mistik yönelimlere saplanmışlardı. İçlerinden bazen itiraz duyguları yükselmişse de kendilerinden daha donanımsız “abilere” mutlak itaatın, sorgusuz sualsiz onların dediklerini yapmanın konformizmine bıraktılar kendilerini. Düşünen, sorgulayan, eleştiren özgür insanlar olmaktansa “dış görüntüsü aldatıcı bir kozmik gücün” emrindeki kullar olmayı daha avantajlı buldular. Takma akılla da bu kadar. Bu da sanırım artık bir olgu derecesinde nettir. Kopyanın, intihalin bir işe yarayacağına inananlara yürekten küçümsemelerimle ithaf ederim.
Her hadisede veriler, olgular olduğu kadar yazılı belgeler de olur. Bunda da var. İstemediğiniz kadar. Gazetelerin şimdiden onbinleri bulan kâğıt veya elektronik sayfalarından bahsetmiyorum. Mesela, şimdiden unutmaya başladığımız, tam geceyarısı TRT’den okuttukları ve başarılı bir darbe yapıldığı algısını uyandırmak için 00.45’te TSK sitesinden yayımladıkları bildiri var. 27 Mayıs mukallitliğine soyunmuşlar. Doğrusu büyük güncellemeler de yapmışlar. NATO’ya bağlılık beyan ederken artık bir CENTO’nun mevcut olmadığını hangi derin abileri hatırlattı acaba? Dertleri tabii ki nostalji yaşatmak değildi. “Gaflet ve delalet ve hatta hiyanet”, “Bu ahvâl ve şerait” gibi cümlecikleri düşürürken ve Atatürk’ten “ikonik” alıntılar yaparken kapsamlı aldatmacalarına devam ediyorlardı. Su içinde yalan söylüyorlardı. Yönetime el koymadan koymuş gibi yapmalarından geçtim, o, propagandayı gerçek sanan bir anlayışla yetiştirilmelerinden kaynaklanıyordu. Daha somut yalanlar söylüyorlardı; yönetimden el çektirilen kişilerin “Ulusumuz adına hakkaniyet ve adaletle karar vermeye yetkili mahkemeler önünde hesap” vermelerini sağlayacaklarını söylüyorlardı. Bildirileri böyle derken suikast timleri Cumhurbaşkanı’nın canına kastediyordu.
Kendilerine Yurtta Sulh Konseyi derken, TSK’ne aslında emir komuta zinciri dışında, 27 Mayıs usulü bir darbe olduklarının müjdesini duyuruyorlardı. Üsteğmenlerin bile içine girip ülkeyi yönetebileceği bir cuntanın hayalini sunuyorlardı. “Aman acele edeyim de dışında kalmayayım” veya “Hiç olmazsa tasfiye edilmeyeyim” türü düşüncelerle onlardan olmayıp da bu bildiriyi yutan ve tugayını sokağa çıkaran tek bir komutan bile varsa durum çok düşündürücüdür. Değil Hava Harp Okulu, Kuleli’nin küçümen 9. sınıfını bile müsellah olarak sokağa dökenler arasında, aslında bu çeteden olmayıp da bu iki çift lâfa tav olanlar varsa o askerî eğitimin durumunu da çok ciddî olarak düşünmek durumundayız. Sahi, darbeler ve darbe girişimleri bohçasıydı sanki bu yadigârlar! Sadece 27 Mayıs’a değil onun başarısız artçıları 22 Şubat 1962 ve 20 Mayıs 1963 kalkışmalarına da sanatsal saygılarını sundular. Talat Aydemir, radyoyu ele geçirmenin önemini yeterince idrak edememişti, bunlar o hatayı telafi ederek Harbiye’deki TRT Radyoevi’ni ele geçirdiler!
Hedefledikleri ikinci dinleyici kitlesi tabii radyo filan dinlemiyordu ama çok daha büyüktü. Orduda iç çatışma yaşanırken toplumun da mahrum olmasına gönülleri razı olmamıştı ki… Ah şöyle meselâ biri Saraçhane’de diğeri Taksim’de birbirine alternatif iki “meydan” oluşsa? Tadından yenmez miydi yani? Yemedi kimse. Üçüncü hedeflerini ise neredeyse tutturdular. Fransa gibi bazı Batı ülkelerinden gece yarısından önce meşruiyetin yanında oldukları haberi geldi ama ABD’den sabahın iki- iki buçuğuna kadar “yakından izliyoruz” kemkümleri dışında bir ses çıkmadı. Darbecilere açılmış birkaç saatlik bir krediydi. Bundan fazlası da, eh, olamazdı yani.
Yabancı televizyonlar ve onların sevindirik olmuş emekli ajan konukları bir âlemdi. “Merak etmeyin ne yaptıklarını biliyorlar” yorumları darbe girişimi püskürtüldükten sonra “Bu sahte bir darbe. Gerçek olanı nedir, içinde bulunduğum için bilirim” çemkirmelerine dönüştü. Yine de ülke içindeki cunta nasıl yatsı vaktini uzatıp sabahın 6.50’sine kadar “Türk Silahlı Kuvvetleri, Yurtta Sulh Harekâtına kararlı şekilde devam etmektedir” kıtırlarını attıysa, utanmaları filan kalmamış olan BBC ve CNN de ellerinden geleni yaptılar. 16 Temmuz sabahı saat 9:05’te CNN hâlâ kimin kontrolde olduğunun bilinmediği yolunda yayın yapıyordu. BBC “ciddiyeti” ise bir başkaydı canım, 9:10’da, “Turkey Coup: How We Got Here” (Türkiye Darbesi: Buraya Nasıl Geldik) diyor, 13.00 haberlerinde de darbecilerin herhalde ancak çevirtebildikleri bildirilerini satır satır okuyordu. Hallerini yazmaya gazete sayfası değil müstakil kitap yetmez.
Ben ise Harbiye’den son yoğun ateşi aynı sabah 06:20’de duyuyordum… Gece ise duyacağımı duymuştum. Arkadaşım… “Arkadaş” nedir ya? Kardeşimin kardeşi, Selahattin’in de, Sebahattin’in de kardeşi, benim de kardeşim Erol Olçak [Gitti sonra Olçok yaptı] köprüde Abdullah’ıyla beraber şehit düşmüştü. Erol, sarı kirpi… Kardeşime “Uzun Pis Pos Bıyıklı Avni” lâkabını takan, karşılığında “Küçük [ .……] Yiğit Çerkes” lâkabını kapan komik çocuk… Bugün sadece yiğitliğin kaldı geriye. Yolun açık olsun… Lâfın gelişi, kimin son yolculuğunda yolları bağlanmış ki senin yollarını bağlayacaktı o demir yığınları? Uğurlar ola Erol, hepinize uğurlar ola…