Basitçe söylersek bir görüş Fatih’in zehirlendiği tezini savunurken diğeri onun ölümünün hastalık sonucu ve doğal yollardan olduğunu savunuyor. Zehirlenme tezi kabul edilince de bu kez kimin veya kimlerin sorumlu olduğu tartışması başlıyor.
İlginç bir şekilde, zehirlenme tezinin kaynağı olan Alman oryantalist Franz Babinger, iki ayrı eserinde, iki ayrı yönü ihtimal olarak öne sürmüştü. 1951’de Hekim Yakup Paşa/ Maestro Jacopo – Magistro Iacobo üzerine yazdığı makalesinde, Venedik Cumhuriyeti’nin, bazıları Fatih’in hekimi olan Yakup Paşa’yı da işin içine karıştıracak şekilde, Fatih’i öldürtmek için giriştiği bir düzine tasavvur ve teşebbüsü değerlendiriyor. 1953’te basılan Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı adlı ünlü eserinde ise, Venedik’in Fatih’in zehirlenmesinde hiçbir dahli olmadığı temasını işliyor ve sorumlu olarak doğrudan onun oğlu II. Bayezit’i işaret ediyor.
Türkiye’de, Fatih’in, “Yahudiler”, “Yahudi dönmesi hekim Yakup” ve Venedikliler (bazen de Papalık) tarafından zehirlendiği görüşü bazı çevrelerde revaç görürken Fatih’in oğlunun ve/veya başka bir Müslüman tarafın sorumlu olabileceği tezi için aynı gözlemi yapmak zor. Öte yandan, bu tartışmaların Türkiye’de ürettiği hacimlice literatürün ağırlıklı olarak zehirlenme tezine yatkın olduğu ise katiyen söylenemez. Merhum Şehabeddin Tekindağ ve merhum Feridun Nafiz Uzluk gibi değerli tarihçiler Babinger’i ciddî olarak eleştirmiş, merhum Halil İnalcık, Fatih devrine özel bir ilgisi olmasına rağmen bu tezden uzak durmuştur. Burada bu geniş literatürü özetlememe bile imkân yok fakat popüler seviyede yazılan her şeyin de zehirlenme / komplo teorilerine prim vermediğini belirtmem gerekiyor. Mesela, konuyu geniş kitlelere taşımalarına rağmen sağduyulu yaklaşım sergileyen örnekler için Sayın Ahmet Şimşirgil ve Sayın Mustafa Armağan’ın kişisel websitelerinde Fatih’in ölümü üzerine yazdıklarına müracaat edilebilir.
Tartışmanın Babinger ile başladığına değindim. Gerçekten de bu konuda Babinger öncesi- sonrası denecek kadar net bir ayrım yapmak mümkündür. Mesela, Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasî ve Askerî Faaliyeti adlı eserini Babinger’in kitabıyla aynı yıl yayımlayan merhum Selâhattin Tansel, zehirlenme meselesini söz konusu bile etmemektedir.
Genelde sorgulayıcı ve kuşkucu bir yaklaşıma sahip olan İsmail Hami Danişmend de, ilk cildini, Babinger’in yazdıklarını görmeden, 1947’de, yayımladığı İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi adlı önemli eserinde, Âşıkpaşazâde’ye dayanarak Fatih’in ölümünü yorumlarken gayet temkinli ve dikkatlidir. O da, ancak daha sonra, Babinger’in yazdıklarına dayanarak Fatih’in zehirlenerek öldürüldüğünün artık kesin olduğu görüşüne ulaşacaktır.
1947’de, Nihal Atsız’ın belirli ölçüde metin tamiri yaparak yine o yıl yayımladığı Âşıkpaşazâde metnini de henüz görmeksizin, sadece 1332/ 1914 tarihli Âli Bey neşrini kullanan ve oradaki manzum parçayı alıntılayan Danişmend şu yorumda bulunmuştu:
“Kim bilir Âşık-Paşa-zâde’nin ‘Şarâb-ı fâriğ’ dediği ilaç nedir, bu ilacı içince Fatih niçin ‘ciğeri doğranarak’ hemen can vermiştir ve müverrih neden dolayı Fatih’in ağzından hekimlerin kendisine ‘kıydıklarını’ kaydetmek lüzumunu hissetmiştir? Bütün bunlar yanlış veyahut faydasız bir tedaviden şikâyet mahiyetinde olabileceği gibi, şüpheli bir ilaca ait bir takım imâlarla tefsir edilebilmek imkânı da yok değildir; diğer bazı membalarda da bu şüpheyi teyid edebilecek ifadeler vardır; her halde bu mesele ayrıca ve ehemmiyetle tetkik edilmelidir.”
Görüldüğü gibi, Danişmend, Âşıkpaşazâde’nin söylediklerinden dolayı belirgin bir şekilde şüphelenmişse de zehirlenme kelimesini kullanmaktan, hele hele herhangi bir adres göstermekten iyice kaçınıyor.
Eh, bu kadar sözünü edip, etrafında dolaştıktan sonra Âşıkpaşazâde’nin bugün bu konu tartışılırken alıntılanmaması düşünülemez hâle gelen sözlerini ben de atlayıp geçmeyeceğim. Yalnız şunu söylemem gerekiyor ki, söz konusu pasaj bütün Âşıkpaşazâde metinlerinde bulunmuyor. Friedrich Giese’nin 1929’da Leipzig’de yaptığı nispeten tenkitli yayında olmadığı gibi, Sayın Kemal Yavuz ve Sayın Yekta Saraç’ın İstanbul Arkeolojisi Müzesi ve Süleymaniye Kütüphanesi nüshalarına dayanarak yaptıkları yayında da yoktur. Aynı şekilde, Sayın Necdet Öztürk’ün yayına hazırladığı Berlin nüshasında da bulunmamaktadır.
Âşıkpaşazâde tarihi diye bilinen kroniğin henüz tam tenkitli bir yayının yapılmadığının, dahası bu değişik nüshalar arasında, özellikle metnin sonlarına doğru, eklemelerden dolayı ciddi ayrılıklar bulunduğunun farkındayım. Fakat konumuz açısından önemli olanın en otantik metnin tesbiti değil, metinlerin bize taşıdığı hiçbir bilgi parçasını kaybetmemek olduğunu düşündüğüm için, söz konusu şiiri, Âli Bey neşrinden de geniş olan şekliyle, Atsız’ın verdiği gibi alıntılıyorum. Siyah ile işaretlediğim yerler Âli Bey’de yok.
“Tabibler şerbeti kim verdi hana
O han içti şarâbı kana kana
Ciğerin doğradı şerbet o hanın
Hemin dem zâri etti yana yana
Dedi niçin bana kıydı tabibler
Boyadılar ciğeri canı kana
İcabet [isabet] etmedi tabib şarâbı
Ecel ermiş idi o demde hana
Tabibler teşhis etmedi marazın
Tımarları kamu vardı ziyana
Tabibler hana çün [çok] taksirlik etti
Budur doğru kavil düşme gümana
Dua et Âşıkî bu han hakkında
Ki nur-ı rahmete canı boyana
İlahî nesli kalsın tâ kıyamet
Hususa Han Bayezid-i yegâne
İlahî cümle oğlun pir görsün
Oğul oğlanları gelsin divana
Deyenler bu dua hakkında âmin
Cihan afetlerinden olsun emin”
Şimdi de metne göre ufak bir takdim- tehirle, Âşıkpaşazâde’nin düz yazıda ne dediğini veriyorum:
“Vefatına sebep ayağında zahmeti var idi. Tabibler ilacında aciz kaldılar. Âhır tabibler bir araya cem‘ oldular. İttifak ettiler, ayağından kan aldılar. Zahmet daha ziyade oldu. Âhır şarâb-ı faruk [şarâb-ı fariğ] verdiler. Allah rahmetine kavuştu.”
Fatih’le çağdaş birinin yazdığı ve konuyla ilgili anlatımların en ayrıntılısı olan bu sözlerden ne çıkıyor? Atsız yayınında hemen o sayfada, Âşıkpaşazâde, Fatih’in atalarının da neden ötürü öldüğünü anlatıyor. Hem Osman Gazi hem de Orhan Gazi’nin ayaklarında “zahmet” varmış. Orhan Gazi için, “İshal dahi vaki oldu” kaydını düşüyor. Buradan, tabii ki, daha önce ulaşıldığı gibi Fatih’in hastalığının kalıtsal olabileceği yolunda bir sonuca varılabilir. Öte yandan, Âşıkpaşazâde, bu “zahmet”in adını vermiyor, bunlar pekâlâ farklı rahatsızlıklar da olabilir. Her hâlükârda Fatih’in hastalığının nikris (gut, damla) olduğu yolundaki yaygın bilginin kaynağı diğer Osmanlı müellifleridir.
Başka? Fatih’e tek bir tabibin değil, bir tabipler heyetinin baktığını anlıyoruz. Dahası, bu hekimlerin ilaç tedavileri sonuçsuz kaldığında, bir konsültasyon yapmış ve ayağından kan almak gibi radikal bir işlem gerçekleştirmişler. Buna göre Fatih’e tek başına bir hekimin bir ilaç / madde vermesi veya kendi başına bir iş yapması olanaklı görünmüyor. Dolayısıyla “şu veya bu hekim” diyecek ve tek başına doktorlardan birini suçlayacak bir durum da olmaz. Zaten, Âşıkpaşazâde’nin, Fatih’in dilinden aktardığı sitem / serzeniş de tek bir hekime yönelik değil, “tabipler” diyor. Evet, sitem… Teşhis konulamadığı, verilen ilaç işe yaramadığı, tedavi işe yarayacak yerde zarar verdiği, sıkıntıyı daha da artırdığı için sitem ve serzeniş. Hekimler çaresiz kalmış ve hata yapmışlar, kusur işlemişler. Ama o kadar. Diğer türlü, kendisine zehir verildiğini anlayan Fatih, ölüm döşeğinde bile olsa, o hekimleri sağ bırakır mıydı? Eğer kendisi acılarını dindirecek bir ilaç / madde istememişse…
Bu da bizi, artık hiçbir şey çare olamadığı ve hastanın sıkıntıları çok arttığında verilen şerbet / şaraba getiriyor. Âli Bey neşrinde çok net bir şekilde “şarab-ı fariğ” diyor. Sözlük anlamları “rahatlatan, boşaltan veya vazgeçiren, feragat ettiren şurup” olabilir. Karıştırdığım 15. Yüzyıl tıbbî metinlerinde bu adla bir şerbet bulamadım. Merhum Şerafeddin Tekindağ’ın, bu tamlamaya kusturan, kay ettiren şurup anlamı vermesi ve “istifrağ” kelimesiyle aynı kökten geldiğine dikkat çekmesi dilsel açıdan ilginç. Fakat Âşıkpaşazâde’nin yukarıdaki anlatımı dikkate alındığı takdirde akla şöyle bir şey geliyor: İstifra ettirmek gibi en basit, en temel bir tedaviyi hekimler neden sona bırakmış olsun? İlaçlar (ne olduklarını bilmiyoruz) fayda etmiyor, hastanın (herhalde sıkıntılı) ayağına cerrahî bir müdahale yapmak için kendi aralarında görüş birliği arıyorlar, yapıyorlar, durum daha da kötüleşiyor ve en nihayetinde “şarab-ı fariğ” veriyorlar ve hasta vefat ediyor.
Atsız da “fariğ” kelimesini bir bağlama oturtamadığı için olsa gerek bu şerbeti “şarab-ı faruk” olarak veriyor. Konu hakkında değerli bir çalışma yapan merhum Feridun Nafiz Uzluk’un tercihi de bu yönde olmuştur. O da “şarab-ı fariğ” diye bir eski ilaç olmadığını, fakat zehirle panzehiri ayıran anlamında “Tiryak-ı Faruk” adında bir ilaç olduğunu söylüyor. Ona göre, macun halinde olan tiryak / theriak sıvı haline getirilerek kullanılırsa, “o zaman ona Şarab-ı Theriak-ı Faruk yerine daha kısa olmak üzere Şarab-ı Faruk” denirmiş. “Âşıkpaşazade hekim olmadığı için ya kelimeyi yanlış işitmiştir, yahut Tarihini kopya edenler hata eylemişlerdir. Şu halde padişaha verilen ilâç Şarab-ı Faruk’dur. Şarab-ı Fariğ değildir” görüşünü ileri sürüyor. Tiryak-ı Faruk, aralarında zehirlenme ve kuluncun da olduğu pek çok rahatsızlık için kullanılan bir karışım ama sorun o ki kaynaklarda ne “şarab-ı tiryak-ı faruk” diye uzun haline, ne de “şarab-ı faruk” diye kısaltılmış şekline rastladım.
Uzun sözün kısası, Âşıkpaşazade’nin bu çok alıntılanan sözlerinden Fatih’in zehirlendiği gibisinden bir sonuç çıkarmanın bir hayli zorlama olacağını söyleyebiliriz. Tam aksine, Âşıkpaşazade, sözün doğrusunu anlattığı ve herhangi bir şüpheye (gümana) düşülmemesi yolundaki uyarısını, Fatih’in ölümü hakkında toplumda mevcut veya muhtemel herhangi bir söylentinin önünü kestirmek amacıyla yapmış da olabilir. Yalnız, not etmek gerekir ki, Âşıkpaşazâde’denin metnindeki mensur ve manzum kısımlar arasında da bir uyumsuzluk var gibi. Fatih’in kendi doktorları vardıysa, ayağında da eskiden beri bir rahatsızlığı vardıysa, bunun ne olduğunun o doktorlarca gayet iyi bilinmesi gerekmez miydi? Oysa şiirde, “Tabibler teşhis etmedi marazın” ifadesi var. Tuhaf… Bu kısım sonradan mı eklendi? Yoksa Fatih’in bilinenlere ilaveten yeni bir rahatsızlığı olduğunu mu kastediyor? Öte yandan, metindeki mensur satırlarda hekimlerin teşhiste bulunamadıklarını hiç söylemiyor…
İlginç olanı şu ki, zehirlenme tezini ortaya atan Babinger’in kendisi dahi Âşıkpaşazâde’deki bu pasaj ve şiir üzerine herhangi bir tez bina etmemiştir! Konu büyük ve uzun… Daha, Fatih’le çağdaş veya yakın çağdaş diğer Osmanlı müelliflerinin yazdıkları var. Babinger’in söylediklerine de tabii ki değinecek, kaynaklarını nasıl bir eleştirellikle kullandığına bakacak ve özellikle akıl yürütme şeklini sorgulayacağız.