Osmanlı kayıtları, Fatih’in İstanbul’u iskân ve şenlendirme politikalarının büyük mağduriyetlere yol açtığını gösteriyor.
Fatih’in, fetihten sonra İstanbul’un bir an önce imar edilmesi konusunda gayret ettiğini ve hatta sabırsızca davrandığını söyleyebiliriz. Şöyle ki kentin gönüllü göçle kısa süre içinde şenlenmeyeceğini düşündüğü için zorunlu sürgünler yaptırmıştı. Peki, Fatih’in, Aşıkpaşazâde’nin “televvün” (renk değiştirme) kelimesiyle ifade ettiği kararsızlığı neden ileri geliyordu?
Olayların şahidi ve tarafı olan Aşıkpaşazâde’nin anlatımından, kişilerin kullanımında olan binalar üzerindeki özel mülkiyet haklarının tanınması sayesinde kentin mamur olmaya başladığını ama sonra bu binalar için yıllık bir vergi (mukataa) getirildiğini ve durumun tekrar bozulduğunu öğreniyoruz. Üstelik bu, bir değil, iki kez olmuş. Fatih, mukataayı bir kez affetmiş, herkese yine ellerindeki binaların mülkleri olduğunu gösteren “mektuplar” (yazı, belge) verilmiş. Kent toparlanmış ama Rum Mehmed Paşa’nın girişimiyle mukataa tekrar konmuş. Halk da kentin imarından elini çekmiş. Aşıkpaşazâde’ye göre düpedüz kentten kaçanlar olmuş.
Matrakçı Nasuh’tan İstanbul görünümü.
Bu ikinci mukataanın ne zamana kadar yürürlükte kaldığını bilmiyoruz. Yalnız, “bu şimdiki mukata‘a” ifadesinden, Rum Mehmed Paşa’nın 1474’teki idamından sonra ve hatta Aşıkpaşazâde’nin kitabını yazmaya başladığı 1476’dan sonraki bir tarihte, söz konusu düzenlemenin hâlâ yürürlükte olduğunu söyleyebiliyoruz.
Öte yandan, bildiklerimiz kesinlikle Aşıkpaşazâde’nin anlatımıyla sınırlı değil. Evvela, olayların başka bir tanığı olan bir diğer tarihçinin, Tursun Bey’in anlatımı var. Fatih dönemini anlattığı eserini büyük ihtimalle 1490- 1495 arasında kaleme alan Tursun Bey (Bkz, Mertol Tulum, hz., Tursun Bey. Târîh-i Ebü’l-feth) de taraftı ve görevi gereği, Aşıkpaşazâde’nin bulunduğu tarafın karşısında duruyordu.
Tursun Bey’in taraf oluşu, fetihten sonra İstanbul binalarının bir sayımını yapmış olmasından ileri geliyor ki bu sayımın amacı zaten mukataayı koymakmış. Onun anlatımından, bu mukataanın fetihten hemen sonra konulan birincisi olduğu sonucuna ulaşmak mümkündür ama o sadece tek bir mukataadan söz ettiği için bu konuda kesin bir şey söylemek güçtür.
Ona göre; Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra Rumların boş bıraktığı evlere, halk veya seçkinlerden (âmm ü hâs) kim kendi isteğiyle gelip yerleşirse, “tuttuklu tuttuğu ev mülkü ola” diye buyurmuş. Bay (zengin) ve yoksul her taraftan insanlar gelmiş. Ama memleketlerin kıvamı onlarsız olmayan mal sahibi zenginler / tacirler (mütemevvil hâceler), ihtiyaçları olmadığı için “terk-i vatan” etmemişler. Oysa bu emrin asıl amacı onları getirmekmiş. Dolayısıyla, Fatih’in yeni bir emriyle, “her şehirden ve her memleketten bir mikdâr-ı ma‘dûd, (belirli sayıda) ad ile meşhûr hâceler” gelmiş. Padişah, “[h]âllerine münâsib evler ihsân edip temlik” etmiş ve onlar için büyük bedesten, çarşılar, pazar yerleri ve gelen geçen için kervansaraylar yaptırmış.
Bu şekilde halk çoğalmış ve yerleşmiş ama padişahtan, “bu evler yazılıp, hâlli hâlince mukata‘a va‘z oluna” şeklinde bir hüküm sadır olmuş. Tursun, mülk olarak verilenin bina olduğunu, yerin devlete ait bulunduğunu ve onun da vergisiz olmayacağı gerekçesini zikrediyor (Bu cihetten ki, temlik olunan binadır, yer vakıfdır; bî- mukata‘a olmaz). Bu sayımın yürütülmesi için Fatih, Tursun Bey’in o sırada Bursa Beyi yani subaşısı olan amcası Cebe Ali Bey’i görevlendirmiş. Cebe Ali Bey’in kendi işinden geri kalmaması içinse sayımın, Bursa’da bulunabilmek için tımarını bırakıp amcasının yanına giden Tursun’un eliyle yapılmasını istemiş. Tursun, binlerce zahmet çekerek, ev ev, oda oda, alt katlarıyla üst katlarıyla, bahçesi ve bağıyla kentin binalarını yazdığını söylüyor. Bu konan mukata‘a nedeniyle çok değişiklik olmuş. İçinde bulunduğu eve biçilen parayı ödeyemeyen onu bırakıp durumuna uygun başka bir ev almış.
Bu yazımın sonunda defter tamamlanıp padişaha sunulduğunda, yaklaşık olarak yıllık iki bin fıçılık bir gelir görünmüş ki her fıçıda 50,000 akçe varmış. Bu rakamın yılda 2, 000,000 altın (flori) gibi muazzam bir meblağ olduğunu not edelim. İşte o zaman Fatih, mukataayı yine kullarına ve reayasına bağışlamış ve “mukata‘a münâza‘asından” uzak, insanlara tekrar mülknâmeler verilmeye başlanmış.
Bu anlatımın Aşıkpaşazâde’nin anlatımıyla belli bir oranda uyum içinde olduğu söylenebilir. Farklı olan nokta, tabii ki bu bağışlanan mukata‘anın hiç uygulanmaması ve ikinci bir kez daha getirilmemesidir. Bu şekliyle, Aşıkpaşazâde’deki ilk uygulamayı anlatıyor gibi duruyor. Daha doğrusu tek bir uygulamadan söz ediyor. Bu iki anlatımın nasıl uzlaştırılabileceğini bilmiyorum. Aşıkpaşazâde’nin eserinin yazımı esnasında kendisinin hâlâ vermekte olduğu kira / vergiden habersiz olduğunu söylemek güçtür. Tursun Bey’in hadiseden 30-40 yıl sonra bu iki mukataa uygulamasından birini hiç hatırlamaması bir ihtimaldir ama zayıftır. Öte yandan, Aşıkpaşazâde’nin geri kondu diye yakındığı mukataa uygulamasının da bu muazzam meblağı üretecek bir hâli var gibi görünmüyor. Ola ki, onun bahsettiği iki mukataa uygulamasının ilki Tursun’daki bu olağanüstü uygulama, ikincisi ise sadece devlet malı emlâke kira vermeyi gerektiren, daha rutin bir uygulama olsun.
Fatih’in kararlarını değiştirmesini ise toplumdaki çokları gibi Tursun da tuhaf buluyor, dolayısıyla da bir açıklama getirmeye çalışıyor. Buna göre padişahın sevdiği nedimlerinden birisi uygun bir fırsat kollayıp bu konuyu sormuş. Akıllı olanlardan abes fiil gelmesinin ayıplandığını ve ahdi bozmanın (nakz-i ahd) kötülendiğini hatırlatıp, şahsından hilâfet hükümleri çıkan padişahın bu iki ayıptan münezzeh olduğunu belirterek İstanbul’un yazılmasında şu iki mahzurun neden göründüğünü sormuş. Bunlardan biri gelir getirmeyecek abes bir mukataanın konuşu, diğeri ise “ihtiyarı ile ev tutanın mülkü olsun” dedikten sonra neden sözden dönüldüğü imiş.
Tursun Bey’in Fatih’e atfettiği açıklama gayet sofistikedir. Buna göre, padişah; mukataa koymaktan muradının gelir elde etmek olmadığını, cumhurun işlerini düzenlemek ve değiştirmek (tertib ü ta‘dîl-i umûr-ı cumhûr) ve mala tamah eden kişilerin durumlarını ıslah etmek olduğunu söylemiş. Mülk edinmek tamahıyla yoksul bir kişinin büyük bir ev tuttuğunu (bir denî-mikdâr kimesne bir âlî-mikdar dâr tutmuş) söyleyen padişah, “henüz satmak almak rağbeti yok ki satıp kifâyet edine” diyerek fetih sonrası İstanbul’unda henüz bir gayrimenkul piyasası oluşmadığına işaret etmiş.
Dolayısıyla kısa bir süre içinde o evler ve sarayların bayındır olmaktan çıkıp harabe hâline gelmesinin şüphesiz olduğunu söyleyen Fatih böylece asıl amacı olan şehrin imarının gerçekleşmeyeceğini söylemiş (ta‘mîr ki murâd-ı aslîdir, fevt olur). Dolayısıyla mukataayı koymuş ki insanlar mukataalarını ödeyebilecekleri evleri seçsinler. İstediği değişiklikler olunca da muradı olmayan geliri yine kullarına ve reayasına bağışlamış. Böylece, kendi istediğini elde edince, isteğiyle ev seçenlerin seçtikleri evin kendilerine mülk olarak verileceği yolundaki ilk sözüne de sadık kalmış!
Bu yolla Fatih, ilk sözünü tutmuş olur muydu tartışmasına hiç girmeyeyim, bence olmazdı ama önemli olanın toplumda bir mukata‘a münâza‘ası olduğunu Tursun Bey’in anlatımından da tesbit edebilmemiz. Bu arada, bu anlatımın iç tutarlılık açısından da çok parlak olmadığını not etmiş olayım. Fatih, sonradan getirilen “ad ile meşhûr hâceler”e zaten “hâllerine münâsib evler ihsân” ettiyse, niye böyle bir operasyona girişilmişti ki?
Târîh-i Ebü’l-feth’i kullanan Kemalpaşazâde’nin kendi Tevârih-i Âl-i Osman’ındaki kurgusu ve ifadeleri Tursun Bey’i yakından takip eder ama biraz farklıdır. Yine II. Bayezid döneminde ama dönemin sonlarına doğru yazılan bu eserde, padişahın projesinin, şehrin tamirindense, “sosyal mühendislik” tarafı veya onun sosyal sınıflar arasındaki tercihi ön plana çekilmiştir. Buna göre mukataa konulduktan sonra “yirmi kez yüz bin filori mal-ı senevî” ortaya çıkmış ama sultanın emriyle kaldırılmış. Fatih’e atfedilen açıklama burada şu şekildedir:
“Muradım, emvâl tahsil eylemek değildi, belki ol halka üleşilen emlâki tahsisde (…) ta‘dil etmekti. İşittim ki, denî kimseler âlî saraylara girmişler, sonra gelen ganîler fakîrâne evlerde kalmışlar, maksudum onları tebdil etmekti.”
Dolayısıyla, Kemalpaşazâde de sonu güzel biten bir “hikmet” hikâyesi anlatıyor. Mukataanın ağır yükünden kaçan yoksullar küçük evlere girmiş ve o tuttukları “muteber sarayları” kendi istekleriyle zenginlere vermişler.
Daha Neşri’nin anlatımı var ama bu kadarı kâfidir, burada duralım ve anlamaya çalışalım. Bir tarafta etnik boyutu da olan sert bir mal-mülk kavgasını anlatan Aşıkpaşazâde, diğer tarafta gerek sosyal, gerek idarî birtakım problemlerin “kapitalistçe” yöntemlerle çözülerek mutlu sona erişildiğini ve Fatih’in bir “gentrification” veya “kentsel dönüşüm” projesine imza attığını anlatan diğer tarihçiler var. Burada hemen not edeyim ki diğer tarihçiler, Neşri kısmen hariç olmak üzere Türkleri ve Rumları meseleye hiç karıştırmamaktadır. Bu bir yana, acaba hangi taraf, tarihî gerçekliği daha iyi yansıtıyordu? Mesela, sadece Aşıkpaşazâde’nin anlattığı, evlerini bırakarak kaçan insanlar faslı var. Diğer tarihçiler ise bu derece sert bir tepkiden hiç bahsetmiyor.
Halil İnalcık merhum, 2012’de, İstanbul’un 1455 yılında yapılan bir tahririni yayımladı. (Bkz. The Survey of Istanbul 1455) Bu tahririn yayımlanmasının da ilginç bir öyküsü var. Şöyle ki, eksik olan defterin büyük kısmının fotokopisini Rahmetli Bekir Sıtkı Baykal, yayımlaması için İnalcık’a verir. Defterin orijinali ise bugün Osmanlı Arşivi’nde hâlâ ortaya çıkmış değildir. Yalnız, İdris Bostan hocamız, arşivde, bu defterden koparıldığı anlaşılan bazı sayfalar bulur ve İnalcık’a iletir. Bu bir araya getirmeye rağmen İnalcık, tahrirde hâlâ büyük eksiklikler olduğunu söylüyor.
Bu çok erken tarihli tahrir Galata ve İstanbul’a ait olmak üzere iki kısımdır. Galata bölümünde 860 Muharreminin başlarında yani 11-20 Aralık 1455 tarihinde yapıldığına dair bir kayıt vardır. Galata defterinde, cizye mükellefi olan ve olmayan haneleri, devlete ait binaları ve bunların hangilerinin devlete bir ücret verip vermediğini gösteren kayıtlar vardır. İnalcık’ın belirttiği gibi, binalar için değil ama binaların üzerine yapıldığı arazi için bir mukataa (mukata‘a-i arz-i emîriyye) söz konusudur.
İstanbul kayıtları ise münhasıran, hazine tarafından el konan (mevkuf) binaların bir sayımıdır. Konumuz açısından bizi ilgilendiren bu İstanbul sayımıdır. Bu sayımda, sadece hazinenin suriçinde el koyduğu binaları görmüyoruz. Bunların hangilerinin boş, hangilerinin dolu olduğunu, harap olup olmadıklarını, tahrir anında kimin kullanımında olduklarını ve bazen de devlete yapılacak yıllık ödeme miktarını görüyoruz ama daha da hoşu, tahrir, bu evlerin daha önce kimlerin elinde olduğunu da söylüyor. İşte burada Aşıkpaşazâde’nin bize anlattığı evleri bırakarak kaçma hadisesini bütün yalınlığıyla görmekteyiz. Tek tük “izinle gitmiş” notuna karşılık yüzlerce “kaçmış”, “gitmiş” kaydı vardır. Daha da önemlisi, bu mevkuf evlere mukataa ödemek kaydıyla yerleştirecek insan bulmada bir güçlük vardı ki pek çoğu boş (hâli) olarak kaydedilmiştir.