Toplumun geniş kesimlerinin, geçmiş ile aynı olduğunu sandığı tarih ile zahmetli bir ilişkisi var. Ezberleri bozmak ve eldeki tarih bilgisini sorgulamak makbul uğraşlar olarak görülmüyor pek.
Türkistan konusuna geri döneceğim ama tarihçilik öyle bir uğraş ki “gün” birdenbire “dün”den önemli oluveriyor. Hep söyleriz ya tarihçinin de belirli öznellikleri vardır, her şeyden önce o da gününün ve içinde yaşadığı toplumun insanıdır. Kesinlikle geçmişi şöyle bir arşınlayıp gelerek göz tanığı sıfatıyla konuşmuyor… Fakat konunun yine tarihle ilgili boyutları var. Olmaz mı? Borsa hikâyeleri anlatacak değilim ya sizlere.
Şirin Payzın’ın bu geçtiğimiz bayramda, 14 Eylül gecesi yayınlanan programında konuktum. Diğer konuk ise Erdoğan Aydın’dı. İki saat kadar, tarih ve biz, tarihyazımcılığı, tarih anlayışı, tarihin araçsallaştırılması, geçmişe yaklaşımlar gibi konularda konuştuk. Katiyen o programın tümünü anlatacak veya bir kritiğini yapacak değilim. Muhakkak ki tarih (ve geçmiş) hakkında farklı fikirlerimiz var ama belli bir nezaket ve birbirini dinleme adabı içinde konuştuğumuzu sanıyorum. Yazacağım konu zaten programın dışında gelişti.
Ben, bir noktada geçmişin sürprizlerle dolu olduğunu, fazla önyargılarla yaklaşılmaması gerektiğini, geçmişi daha iyi çalıştıkça, “sahadan”, yani geçmişten, bizleri şaşırtabilecek yeni veriler gelebileceğini söyledim ki samimi kanaatimdir. Geçmişi büyük bir kesinlikle zaten biliyorsak niye yeni tarih çalışmaları yapalım ki? Tarih çalışmalarında artık Batı’da bile ciddî eleştiriler alan Avrupa-merkezcilikten bahsettim. Tahminlerimiz veya beklentilerimizin aksine geçmişten gelen bir verinin bizi şaşırtabileceğine de iki örnek verdim. Üstelik “Batı ile temastan önce de her şey bizde vardı” türünden başka türlü bir savrulma hususunda uyarıda bulunmayı da ihmal etmeden…
Örneklerimden biri Hindistan’dı. Daha da özel olarak, Tipu Sultan’ın, roket teknolojisine sahip olduğunu ve İngilizlere karşı kullandığını söyledim. Diğer örneğim de aynı konuda olsun istedim. “Osmanlı ordusunda roket kullanıldığını toplumda kaç kişi biliyor ki?” diye düşünerek ve kaynak adı da belirterek Bayramoğlu Ali Ağa’nın Ümmü’l Gazâ adlı kitabında anlattığı ve kendi icadı olan roketten bahsettim. Programdakiler kibarca dinledi tabii, orada bir sorun yok ama ya başkaları? İşte başkalarının hâl-i pür melâlini gördüm, yüreğim dayanmadı da onun için bu yazıyı yazıyorum.
Belki biliyorsunuzdur, Ekşi Sözlük adında ve kendini Kutsal Bilgi Kaynağı olarak sunan bir site var. Başlangıçtaki gerçekten bilgi sunma işlevini ve mizahî yönünü epeyce yitirerek, ergen çocukların işi küfür- zifire, dedikoduya ve gerçek insanların onuruna pervasız saldırılara döktüğü bir yer hâline geldi ama hâlâ var. Lâkabla yazmanın ve anonim kalınacağı varsayımıyla hesap vermeme, sorumsuz olma hâlinin insan karakterini nasıl etkilediği hakkında araştırma yapacaklar için bir maden.
“Amaan bunun için mi kaleme sarıldın?” diyecekler olabir. Lûtfen denmesin. Evet, bunun için yazıyorum çünkü yeni medyanın toplumda neler yaptığına iyi bir örnek. Ayrıca, bir bataklığın üstündeki suyun etrafının görüntüsünü yansıtması gibisinden bir ayna; bizi, bizlere gösteriyor. Onun için sosyal bilimci yanım ağır basıyor ve ciddiye alıyorum. Belgesel çalışan bir tarihçi olarak önce belgelerimi sunayım. İmlâ özellikleri ve büyük harf yasağı orijinallerine aittir.
Önce “miraak” lâkaplı biri yazıp “cnn türk’te katıldığı programda ‘osmanlı devleti taramalı füze yapmış’ dedi lan adam. umut sarıkaya’nın kulakları çınlasın” dedi ve bir karikatür sundu. Sonra da “aha şimdi de kombinasyon yerine kombinezon dedi” notunu düştü. Bu kardeşimizin “kombinezon” kelimesinin kadın iç giysisinden başka anlamları olduğunu bilmemesine hafif gülümseyerek verdiği karikatürü açtım. Adamın biri “İki tane ülke kaldı onları da alırsak bütün dünyaya hâkim oluyor ülkemiz… Bonba gibi bişey atalım oralara… Var mı bonbamız …” diyor, karşısındaki asker ise elindeki füzeyi sallayarak, “Bomba yok ama füze var abi… Füze olur mu? Ucuna da taramalı bağlarız taraya taraya gider sonra da füze patlar…” diyor. Tebessümüm aşikâr bir kahkahaya dönüştü ama “Bak sen, Sarıkaya üç yüz yıl sonra Ali Ağa ile pişti olduğunu biliyor mudur acaba?” diye de düşündüm.
Daha sonraysa “rasseneur” lâkaplı veya müstear adlı biri yazdı: “dün şirin payzın’ın programında erdoğan aydın’a büyük haksızlık yaptı. ne zaman erdoğan aydın osmanlı devletinin son üç yüz yılı boyunca çağdaşlarına göre geri kaldığından dem vursa ‘olur mu efendim, osmanlılar da roket yaptı, hemi de çufçuflu’ filan gibi müdahalelerle kendisini trolledi. ulan sayın hakan bey, osmanlının batıdan hiçbir eksiği yoktu, hatta fazla olarak bir tane de çufçuflu roketi vardı, o zaman niye osmanlı bakiyelerinin hepsi üçüncü dünya ülkesi olarak sürünüyorlar? niye osmanlı 1699’dan sonra sürekli toprak kaybederek avrupa devletlerinden ve rusyadan ikiyüz küsur yıl boyunca şamar üstüne şamar yedi, en sonunda unufak oldu? niye başkenti işgal edilirken çaresizce bunu izledi, birkaç roket atsaydı ya düşmanlara. (…) sizden yeni bir şey duyamadık ne yazık ki. pardon osmanlı’nın roketi varmış, osmanlı çok gelişmişmiş bunu öğrendik bir tek.”
Birazını atladım, orijinali daha uzun, daha ağır hakaretler içeriyor. Bunlarla ilgilenmiyorum ve Aydın’ı trollediğim iddiasına da katılmıyorum. Kim, kimin her dediğini tasdik etmek zorunda ki? Ama şununla çok ilgileniyorum: Görüyor musunuz ki bizim ahalinin bir kısmına yeni bir şey söylemek ne kadar zor? Kamuya açık konferanslarda filan da hep olağan şeylerdendir. Biri, sizin söylediklerinize fena halde içerler, ayağa kalkar, “Osmanlı’da kölelik vardı da biz niye bilmiyoruz?” der meselâ. Ben de lâfımı esirgemem, “İlkokulda öğretmediler de ondan” derim.
Bu nasıl bir öğrenmeye kapalılık, nasıl bir ezberine sahip çıkma merakıdır böyle? Rasseneur kişisinin özelinde, “1699’dan sonra sürekli toprak kaybetme” tezlerini ileri sürerek bir toplumun ileriliğini- geriliğini savaş alanındaki başarısına bağlayan demode (ve olgusal olarak bile doğru olmayan) tarih görüşü ile Avrupa merkezci olmaktan öte, Osmanlı’nın geri kalmışlığını bir kutsal düstûr, adeta kimliğinin bir parçası hâline getirme olgusu da söz konusu. Buna aykırı bir şey söylendiğini düşündüğünde kimliğine bir saldırı olduğunu düşünüyor olmalı. En ufak bir sorgulamaya tahammülü olmayan, taraz taraz, ezik bir kimlik… Bir de şu önemli husus var, inanmadığı, alay ettiği veri, sadece hakaret ettiği kişinin beyninin ürünü müdür yoksa gerçekle bir ilintisi var mıdır, hiç araştırma gereği duymuyor. Skolastikliğin bu kadarı da fazla değil mi?
Gelelim, III. Ahmed döneminde Humbaracı Ocağı’nın ikinci halifesi yani en önemli subaylarından olan Bayramoğlu Ali Ağa ve icadına. Değerli bilim tarihçisi Fuat Sezgin’in İslâmda Bilim ve Teknik adlı çalışmasının 5. cildindeki “Osmanlı Roketleri” bahsini yıllardır lisansüstü derslerimde kullanıyorum. Sezgin, Ali Ağa’nın icat ettiği roketlerin 7-8 metre boyunda olduğunu kaydediyor ve Ümmü’l Gazâ’dan alınma roket çizimleri veriyor. Sezgin’in projesinin en orijinal yanı, eski kaynaklardaki bilgi ve çizimleri esas alarak çeşitli objeleri model boyutlarında yeniden üretmesi ve deneyselliği- görselliği ön planda tutmasıdır. Burada da tabii ki eleştiriler, yeni sorgulamalar yapılabilir. Meselâ, ben Sezgin’in modelinde roketlerin iki yanından dal gibi çıkan uzantıların, minyatürde tüfeklerin ateşlenmesini göstermek için yapılan çizimler olduğunu düşünüyorum. Yanılıyor olmam da her zaman için mümkündür çünkü orijinal yazmadaki çizimde “bunlar tüfenklerdir” diyor.
Aslı Topkapı Sarayı’nda olan bu yazmanın nefis bir tıpkıbasımı ve transkripsiyonu Salim Aydüz ve Şamil Çan tarafından 2013’te yapıldı. Dolayısıyla artık sadece profesyonel tarihçiler veya Osmanlıca okuyabilenler değil, herkes Ali Ağa’nın ne dediğine ulaşabilir. Ali Ağa, önce üç adet roket çizimi veriyor. O tabii roket değil, “tulumba” diyor. “Bu tulumbayı bizim humbaracılarımızın kullandığı budur. Hemen ancak içinden biraz ateş çıkar saçılır gayrı bir hüneri yoktur.” Buradan, tabii ki Osmanlı humbaracılarının daha önce de roket kullandığını anlıyoruz ama mucit Ali Ağa’nın pek beğenmediği de ortada. Kendi icat ettiği roketler de eskilerine çok benzer bir şekilde yazmadaki çizimde gösterilmiş. Aradaki fark, Ali Ağa’nın roketlerinin barutları ateşlenmiş, hareket hâlinde gösterilmesinden ve bir de “tüfeklerden” kaynaklanıyor. Bu arada, bu roketlerin Hindistan taraflarında kullanılan vahşi hayvan şeklindeki roketlere değil, günümüzün roketlerine benzediklerini belirteyim. Bu çizime de aynen “Mezbur tulumbaları hakir icad eyledim. Hem ateş saçar ve hem beş on tüfenk atar. Yürüyüşlerde ziyade gerekli cenk âlâtıdır” derkenârını düşmüş. Roketlerin arkasından çıkan aleve “Bunlar ateşler” ve silindirik gövdelerinden çıkan dörder adet çıkıntıya ise “Tüfenklerdir”, “Bu dahi tüfenktir” şeklinde şerhler vermiş! Hey gidinin Ali Ağası hey! 1720’lerin dünyasından seslenip “Rasseneur, evlâdım vur, öldür ama bir dinle, bak ne yaptık” der gibisin ama “Miraak” çocuğumuzun senin icadını tulumba tatlısı zannetmesi de çok muhtemel görünüyor.