Osmanlı, meclis ve meşveretlerde oy birliği ilkesinden oy çokluğu ilkesine geçtiğinde imparatorluğun tartışma ve karar alma kültüründe sessiz sedasız ama ciddî bir dönüşüm gerçekleşti.
Osmanlı yöneticileri, III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinde, bir yandan büyük iç ve dış gaileler ile uğraşır bir yandan da modernleşmeye çalışırken, hemen her konuda ve yapılan her işte “gönül birliği” ile davrandıklarını vurgulamaya büyük dikkat gösterirlerdi. Yapılacak bir ıslahatın kararı muhakkak “ittifak-ı ârâ” ile alınmış olur, dışarıdan gelen bir tehdit karşısında da, o devletin temsilcisine, bütün devletin ittifak ettiği, gönül berkittiği dolayısıyla ayaklarını denk almaları gerektiği beyan edilirdi.
Arşiv vesikalarının dilinden edindiğim izlenim, II. Mahmud döneminde bu “birlik ve beraberlik” işlerinin sırf devlet içi olmaktan çıkarılıp toplumun giderek daha geniş kesimlerine atfedilmeye başladığı yolundadır. Bunun, “Rum Fetreti”, Rusya ile savaş, Mısır Meselesi gibi birbirinin peşisıra gelen büyük krizlerle ilişkili olduğu izahtan varestedir.
***
Birkaç örnek verecek olursam; Rum İsyanı sırasında, Meclis-i Şûrâ, her Müslümanın silah taşımasına ittifak-ı ârâ ile karar verir, “mecmu-u millet-i İslâmiye”, “bedeviyet” (göçebelik ama burada seferberlik) usülüne geçer. Yeniçeri, “ittifak-ı amme ve icma-yı ehl-i İslâm” ile kaldırılır. Asakir-i Mansure yine aynı şekilde ve devletin iyiliğini isteyenlerin hepsinin kararı ile kurulur. İran’a, Osmanlı devletinin “icma-yı ümmet-i Ahmediye” ile idare olunur bir memleket olduğu hatırlatılır. Ruslara karşı sefer vaki olduğu takdirde, “memâlik-i mahrusede ittifak-ı umumiye-i millet-i İslâmiyye”nin hâsıl olacağı umulur. Zaten işbu tutulan usüle “ittifak-ı amme-i millet-i İslâmiyye usülü” denir. 1828’de Ruslara cihad ilân edildiğinde “mecmu-u millet-i İslâmiyye” ayaklanır… Örnekleri çoğaltmak tabii ki mümkündür ama bu kadarı kifayet eder sanırım.
Yarattığı türlü sorunlara rağmen “ittifak-ı ârâ” / oy birliğiyle karar alma uygulaması, II. Mahmud’un saltanatının sonlarına doğru kurduğu yeni meclislerde, yani Dâr-ı Şûrâ-yı Babıâli, Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî ve Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’de de aynen korunmuştu. Daha sınırlı yetkileri bulunan ve kısa ömürlü olan ilk iki meclise göre Meclis-i Vâlâ çok daha önemlidir. Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu’nun ilânından bir buçuk yıl önce, 24 Mart 1838’de kurulduğu için layıkıyla “Tanzimat’tan önceki Tanzimat meclisi” olarak nitelenebilecek Meclis-i Vâlâ’nın temel görevleri Tanzimat’ın kanunlarını hazırlamak, bu kanunların uygulanmasına nezaret etmek ve bu kanunlara uymayan devlet adamlarını yargılamak olacaktı.
***
Bugünkü Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi ve hatta TBMM işlevlerinden bazılarına sahip olan bu önemli kurum hakkında yakın dönem Osmanlı tarihçilerinin değerli çalışmaları vardır. (Bkz. Ali Akyıldız, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform, Carter Findley, Osmanlı İmparatorluğu’nda Bürokratik Reform ve Mehmet Seyitdanlıoğlu, Tanzimat Devrinde Meclis-i Vâlâ). Daha önceki Meclis-i Şûrâ tecrübesine yaslanan Meclis-i Vâlâ’nın, o meclisin kronik sorunlarını da tevarüs ettiği görülüyor. Bunların en önemlisi oy verme yönteminin aynı olmasıydı.
Dolayısıyla, Mustafa Reşid Paşa’nın fermandan sonra, Meclis-i Vâlâ’nın nasıl çalışacağını düzenleyen bir yönetmeliğin hazırlanmasına öncelik vermesi şaşırtıcı değildir. Kanunları hazırlayacak olan Meclis-i Vâlâ’nın kendisinin düzenlenmesinin her şeyden önce geldiğini söyleyen padişah bu yönetmeliği onaylandığında sistem de değişmiş oldu. Vekayinüvis Ahmet Lûtfî Efendi’nin aktardığı bu belgeye göre Babıâli’de toplanan meşveret meclislerinde ve hatta “müesses ve müretteb olan dâr-ı şûrâlarda” yani artık kurumsallaşmış ve düzenli olan yeni meclislerde bile “ittifak-ı ârâ ile karar verildiğine zehâb olunmakta” imiş. Fakat gerçek o yönde değilmiş. Toplantılardan biraz sonra, meclis üyelerinin bazılarının “karara muhalif sözler” söylediği işitilirmiş. Oysa herkes, bu meclislerde, aynen mahkeme önündeymiş gibi “kendi efkâr ve mülâhazatını kemal-i serbestiyetle” söylemeliymiş. Bundan sonra kimse, meclislerde söylediklerinden dolayı sorumlu tutulmayacak ve azarlanmayacakmış… Kararlar da “ekseriyet-i ârâ” yani oy çokluğu / çoğunluk kararı ile alınacakmış. “[E]kseriyet-i ârâ kangı tarafda bulunacağı anlaşılıp onun üzerine karar” verilecekmiş ve bu şekilde bir oylama sonunda çıkacak karara “artık şu bu demeye” de bir bahane kalmayacakmış.
Bu layihanın, sadece, oy çokluğuyla da karar alınabileceği ve bu kararın da aynen oy birliği ile alınan bir karar gibi saygı göreceği hususlarını vurgulamaktan daha ötesini söylediği görülüyor. İstemediği, benimsemediği bir karara muhalif olma ve muhalif kalma haklarının olduğunu bilen bir meclis üyesinin, zorlama bir icma sağlansın diye susmak veya beğenmediği bir görüşe katılmaya zorlanmak yerine kendi fikirlerini rahatça savunabilmesi önemlidir.
Nitekim Seyitdanlıoğlu da bu noktayı şöyle ifade ediyor: “Meclis-i Vâlâ’yı demokratik bir niteliğe büründüren bir diğer uygulama da kararların ekseriyyet-i ârâ, yani oy çokluğu ile alınıyor olmasıdır (md. 5). Böylece oluşan kararlarda ittifak-ı ârâ’nın, yani oy birliğinin aranmaması, üyelerin kendi serbest düşüncelerinde daha rahat ve ısrarlı olmalarını sağlamış ve düşünce özgürlüğü esasının pekişmesini sağlayan bir unsur olmuştur.”
***
Resmen muhalif olmaya imkân tanıyan bu basit ama önemli düzenlemenin, oy birliği sistemine göre bir üstünlüğü de herkesin ikna edilmesi için tartışmaların gereksizce uzamasını önlemesiydi. Yeterince tartışıldıktan ve konumlar belirlendikten sonra “kifayet-i müzakere” denerek oylamaya geçilmesinin herhalde karar alma sürecini hızlandıran bir etkisi de olmuştur. Kısaca, icma olsun diye muhaliflerin suskunluğa itilmesi veya tam aksine durumlarda tek bir inatçı üyenin bir kararı bloke edebilmesi gibi iki aşırı hâle de bir çözüm bulunmuştur.
***
Sistemin değişmesinin öyküsü aslında epeyce karışıktır. 3 Kasım 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’nda, Sultan Abdülmecid’in ağzından, üye sayısı arttırılacak olan Meclis-i Vâlâ’nın, bazı günler vükelâ ve diğer devlet adamlarının da katılımıyla toplanacağı ve “cümlesi efkâr ve mütelaatını hiç çekinmeyip serbestçe söyleyerek” gerekli kanunların “ittifak-ı ârâ” ile kararlaştıracağı ilân edilmekteydi. Aynı gün, Hırka-i Saadet Dairesi’ne giderek fermandaki hususlara harfiyen uyacağına dair yemin eden padişahın sonradan yayımlanan yemin metninde ise “ekseriyet-i ârâ ile karar verilen şeylere müsaade eyleyeceğime (…) vaz’ olunmuş ve olunacak kavaninin tagyirini tecviz buyurmayacağıma vallahi deyu kasem billâh olunduğu” ifadeleri geçmektedir.
***
Bu bariz çelişkiyi tam olarak nasıl açıklayabileceğimizi bilmiyorum. Nasıl olup da Meclis-i Vâlâ’nın kararlarını iki farklı yöntemle alacağı aynı gün içinde söylenebildi? O kadar şikâyet edilen ittifak-ı ârâ usulünün aynen tutulması Tanzimat Fermanı’nın verdiği güvenceler ve başlatmak istediği hızlı yasama döneminin taleplerine elvermezdi. Nitekim Mustafa Reşid Paşa’nın hazırladığı ve 25 Aralık 1839’da Takvim-i Vekâyi’de yayımlanan yeni Meclis-i Vâlâ yönetmeliği, kararların ekseriyet-i ârâ ile alınacağı hususunda herhangi bir şüpheye yer bırakmamaktadır. Tanzimat Fermanı’nın, Abdülmecid’in yemin metniyle birlikte Takvim-i Vekâyi’de yayımlanma tarihi ise 22 Kasım 1839’dur. Meclis-i Vâlâ ile ilgili bu kritik düzenlemenin ferman okunduktan çok kısa bir süre sonra gündeme geldiği anlaşılıyor. Fermanın, eski Osmanlı usulünce “ittifak-ı ârâ” dan, Abdülmecid’in önüne konan yemin metninin ise “ekseriyet-i ârâ”dan bahsetmesi de tabii ki bir ihtimal olmakla birlikte, padişahın yemin metninin, üç hafta kadar önce Hırka-ı Saadet’te edilen yeminden farklı bir şekilde Takvim-i Vekâyi’de verildiğini de güçlü bir ihtimal olarak değerlendirmeliyiz. Her halükârda, Kasım 1839’dan itibaren Osmanlı’da, ileride Meclis-i Mebusan da dâhil olmak üzere, meclislerde oy verme yöntemi ekseriyet-i ârâ olarak belirlenmiş ve bunun önemli sonuçları olmuştur.