Yeniçeri Ocağı 15 Haziran 1826’da son kez olmak üzere ayaklanmış ve iki gün sonra da resmen ilga edilmişti…
En azından böyle biliyoruz; ayaklanmışlar ama bu sefer işleri yaver gitmemiş ve Sultan II. Mahmud’un kahredici darbesiyle nam ü nişanları yeryüzünden silinip gitmiş. Öyle miydi gerçekten? Daha gününde verilen adla Vaka yı-Hayriye’den söz ediyoruz. Söz etmekle kalmıyoruz, okullarda bu gerçekten önemli hadiseyi nesiller boyunca hâlâ bu adla öğreniyoruz, öğretiyoruz. Dahası padişahın kendisi ve propagandacıları nasıl ve ne kadar bilinmesini istemişlerse aynen öyle biliyoruz.
Fütuhat devirlerindeki eski disiplinlerini ve yararlıklarını başıbozukluğa ve yaramazlığa çevirmiş bir ocak varmış, ıslahatın önünde engelmiş, ıslahat yapmaya niyetli birkaç padişahın da kanına girmiş, Nuh demiş, peygamber dememiş, ikide bir kazan kaldırırmış, son kaldırışında da kazan devrilmiş, ocağı söndürmüş. Padişahın fermanı da Cumhuriyet dönemi tarih kitapları da böyle diyor. Tarih yazımı gibi ideolojik farkların anında ortaya çıkmasını bekleyebileceğimiz bir alanda dahi Osmanlı merkezinin görüşleriyle bu denli bir örtüşmenin, cumhuriyet dönemi tarih yazımında pek de istisnaî olmadığını not ederek sorgulamamıza geçelim diyorum. Kimler ayaklanmış, istekleri nelermiş, ne kadar sürmüş, nasıl bastırılmış? Bu basit sorulara verilecek cevapların her hususa değilse de son yeniçeri ayaklanmasının ne menem bir ayaklanma olduğuna dair bazı ipuçları vereceğini umarım.
Yeniçerilerin, devletçe hepsi ayaklanma – isyan olarak görülen fakat basit protestodan ciddî silah kullanımı içeren sokak savaşlarına kadar uzanan bir yelpaze içinde Osmanlı yöneticileriyle ters düştüğü pek çok hadiseyi bir çırpıda sayabiliriz. Öyle Fatih devrindeki “Buçuktepe Ayaklanması”na kadar geri gitmeye gerek yok ama 1807’de III.Selim’i tahttan indiren ayaklanma ve çok daha önemlisi, 1808’deki “Alemdar Vak’ası” esnasındaki yeniçeri örgütlülüğü ve askerî performansına dikkat çekelim. Bu iki “ayaklanma gibi ayaklanmanın” ilkinde yeniçeriler, padişahtan istedikleri 11 nefer Nizam-ı Cedid ricalinin canını almış ve padişahı tahttan indirmişlerdi. Herhalde ulemadan ve devlet adamlarından güçlü müttefikleri vardı. Bir devri öyle kapadılar.
İkincisinde ise, askerliklerine lâf edenleri yalancı çıkarırcasına bir inat ve hünerle Alemdar’ın dirilttiği eğitimli askerle İstanbul sokaklarında savaştılar. 14- 18 Kasım günleri arasındaki yeniçeri- sekban savaşında kan oluk oluk aktı. Yeniçeriler, ancak, II. Mahmud’un kafesteki ağabeyi IV.Mustafa’yı idam ettirip taht için rakipsiz kalmasıyla ve Sekban-ı Cedid askerini kaldırmayı kabul etmesiyle kışlalarına ve dükkânlarına döndüler. Mahmud’un verdiği sözler arasında en önemlisi, ileride yeniçerilerden başka bir asker sınıfını asla kurmayacağı yolunda olanıydı. Yeniçerilerin başını yakan da bu taahhüt oldu.
1821’de patlayan ve Osmanlıların “Rum Fetreti” dediği Yunan Bağımsızlık Savaşı’nın uzun çarpışmalarının ilk 5 yılı boyunca yeniçeri ordusunun herhangi bir varlık gösterdiği söylenemez. Meseleninin, yeniçerilerin talimli mi talimsiz mi olduklarından ziyade savaş meydanlarında ölüp ölmemeyi göze almalarıyla ilgili olduğu anlaşılıyor. Birkaç defa nispeten ufak askerî birlikler halinde Yunanlıların önüne çıktılarsa da, kısa bir süre önce İstanbul’da sekbanlara kök söktüren bu askerler, tüfeklerini atarak kaçmayı yeğliyorlardı. O savaşın yükü, eyalet askerlerine, vüzera kapılarına, Evlad-ı Fatihan milislerine, ücretli Arnavut askerlerine ve bir noktadan sonra da Mısır’ın “Cihadiye” ordusuna kaldı.
***
Türkçe konuşan subayların idare ettiği ve paşalarına pek cüzi masraflar çıkaran Mısırlı köylülerden oluşan bu ordu ve savaştaki başarısı II.Mahmud için pek cazip bir örnek olmuş olmalı. Merkezî Osmanlı devletinde de düzenli orduyu bir kez daha denemenin sırası gelmişti. Vakanüvis Esad Efendi’ye göre 26 Mayıs 1826 günü Şeyhülislâm’ın konağında bazı ulema ve devlet adamlarının katılımıyla bir “meclis-i has” yapıldı. Herkes hemfikirdi ki yeni bir ordu kurulmalıydı. Ulema hiç çekincesiz fetvalarını verdi. Yeniçeri Ağası Celaleddin Ağa da ocağın asker yazılmasını taahhüt ettiklerini söyledi. 29 Mayıs’ta “meşveret-i umum” şeklinde çok daha büyük bir meclis toplandı. Bu kez sadece yeniçeri ağası değil, bölük ağalarına varıncaya kadar geniş bir yeniçeri katılımı vardı. “Eşkinci” adıyla yeni bir ordu kurulmasına hepsi onay verdi. II.Mahmud’un sözü de sözdü çünkü “yeni” ordu, her yeniçeri ortasından 150 asker alınmak suretiyle mevcut 51 ortadan oluşturulacaktı.
Öyle de oldu. 11 Haziran 1826’da Eşkinci’ye silah dağıtıldı ve pek ortalık bir yerde, Etmeydanı’nda talime başlandı. Sadece 4 günlük sert bir talimden sonra bu askerler “Biz böyle talim etmeyiz, testiye tüfek atar, keçeye kılıç çalarız” diyerek 15 Haziran gecesi “isyan” ettiler. Talimi reddedenler teknik olarak yeniçeri değil eşkinciydi, eski ordu değil yeni ordu isyan etmişti ama tabii ki biz onları yeniçeri sayacağız. İsyan edip de ne yaptıklarına gelince, yeniçeri ağasının evine hücum etmişler, ama tuvalete saklanan ağayı bulamamışlardı. Baruthane nazırı ve Mısır kapıkethüdası Necip Efendi’nin Terlikçiler’deki konağına saldırmışlar ama Necip Efendi o gece Kanlıca’daki yalısında değil mi imiş? Tıpkı, Sadrazam Benderli Selim Mehmed Paşa’nın da yine büyük bir tesadüf eseri Beylerbeyi’ndeki sahilhanesine çekilmesi gibi…
***
İsyancılar tarafındaki bu dağınıklık, hazırlıksızlık ve istihbaratsızlık devlet tarafında asla söz konusu değildi. Benderli, enerjik bir şekilde isyanı bastırmaya girişti. Boğaz’ın Rumeli yakası muhafızı olan eski yeniçeri ağası ve zamanında belalı yeniçerilerden pek çoğunu birer bahane ile yok etmiş olan Ağa Hüseyin Paşa ve Anadolu yakası muhafızı Darendeli İzzet Mehmet Paşa, emirlerindeki sekbanlarla hemen harekete geçtiler. Diğer kapıkulu ocakları, Kalyoncu, Humbaracı, Lağımcı ve en önemlisi Topçu Ocağı padişahın yanındaydı. Tıpkı ulema ve medrese öğrencileri gibi.
Eşkinciler ve onlara hayır diyemeyen yoldaşları Etmeydanı’ndaki Yeni Odalar adlı kışlalarında kuşatılmıştı. Canhıraş bir direniş gösterdiklerini sanmayın lütfen. Yeniçerilerin uyanık olanları, olmayanlarına “Siz kazanları koruyun” diyerek Talim Kapısı’ndan çıkarak şehre dağıldılar. Topçu ateşe başladı. Kalanlar “Sen sebep oldun, ben olmadım” diyerek birbirleriyle dalaşa başladılar. Salkım ile dolu toplar 15 kez atılmaya kalmadı, odalar yandı, ocak söndü. Böyle diyor Esad Efendi. Başka bir tanık olan Şirvanlı Fatih Efendi de yeniçerilerin “yirmi bir dakikada münhezim ü perişan” olduğunu kaydediyor. Vaziyete göre şiirler yazmada üzerine olmayan Keçecizade İzzet Molla ise bu kadar dakik değil,
Husrevâ bilmem değil de bu kerâmet ya nedir
Bir ocağı nîm-sâ’at içre kıldın hâk-sâr
demesine bakılırsa her şey yarım saat içinde olmuş, bitmiş.
***
Şimdi soralım; yeniçeriler bir ayaklanma planlıyorlardı da gerçekten bu kadarını mı becerdiler? 21 dakika içinde darma dağın olan bir ayaklanma mı olur? Amaçları neydi? Siyasi olarak ne istiyorlardı? Nahılcı Mustafa ve Sarhoş Mustafa’dan başka önderleri mi yoktu? Padişaha bir “öldürülecekler” listesi bile sunamamalarına ne diyeceğiz? Nasıl olup da ayaklanmaya karar vermiş bir ocak, diğer kapıkulu ocaklarını elde etmez? Dahası, ulemanın kendilerine desteği olmadığını bilmiyorlar mıydı? Soruları bu minval üzere çoğaltmak mümkündür ama her halükârda son yeniçeri ayaklanmasının diğerlerine hiç benzemediğini, ocak genelinde bir ayaklanma hazırlanmadığını ama devletin ilga için çok yoğun hazırlıklar yaptığını söyleyebiliriz.