Nizam-ı Cedid (ve sonraki Tanzimat) ıslahatının askerî ıslahatı mümkün kılma amacıyla yapılmadığını vurgulamaya çalışıyorum. Nizam-ı Cedid dönemi ıslahatçılarının düşüncelerinde askerlikle ilgili konuların önemli bir yeri vardır ama bu bilâkis, askerî ıslahatın merkezî yönetimi güçlendirmenin en kestirme yolu olarak görülmesindendir. Merkezî yönetimin güçlü olması ise hem Osmanlı devletinin dışından gelecek tehditlere hem de Osmanlı dünyası içindeki merkezkaç güçlere karşı dirençli olmak anlamına geliyordu.
Önceliğin hangisinde olduğu ise tartışılır. Söylem seviyesinde tabii ki dışarısının bir önceliği vardı. Realitede ise, Nizam-ı Cedid ıslahatlarının aynen daha sonraki Tanzimat gibi daha ziyade içe dönük olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız şunu not edeyim ki Tanzimat’ta yapılan ıslahatın dışarıdaki düşmanlara yönelik olduğuna dair bir vurgu zaten yoktur. Neyse azim bir tartışmaya girişmek istemiyorum ama düşmanın talimli askerine ancak talimli askerle cevap verilebileceği konusu enine boyuna işlendikten sonra kurulan Nizam-ı Cedid ordusu yerine, Ruslar ile olan savaşa, 1806’da yine eski ordunun, yeniçerilerin gönderilmesi olgusunun bilmem ki bu bağlamda bir anlamı var mıdır?
Tabii bir de bu güçlendirilmeye çalışılan devletin ne olduğu meselesi var. Hepsi merkezî yönetimin adamı olan 1791’in lâyihacılarından ikisi devleti tarif etmeye girişmiştir. Onların yaptığı bir devlet tanımının bizim yapacağımız herhangi bir tanımdan daha önemli olduğunu söylemeye gerek bile yok. Vakanüvis Enverî Efendi, din ve devletin “tev’em” (ikiz) olduğunu söyledikten sonra daha elle tutulur bir devlet tanımı yapıyor: “Devlet didiğimiz bâ-nezâret-i mülûk şer‘ ve kanun ile hâl ve şanları tanzim olunmuş bir heyet-i mecmuadan ibarettir.” Yani hükümdarlarının nezareti altında, şeriat ve kanun ile durum ve unvanları düzenlenmiş bir toplu heyettir diyor.
Asıl ilginç olanı ise Enverî’nin şeriata dikkat ve “telâhuk-ı efkâr ile tertip olunmuş kanunlara riayet” edildiğinde devletin her zaman güçlü olacağını ve “celb-i menfaat ve def‘-i mazarrata” kudretinin olacağını söylemesi. Tabii ki Osmanlı bağlamında şeriat ve kanuna saygının vurgulanmasını ilginç bulmuyorum. 1839 Tanzimat Fermanı’nda da aynı şeriat ve kanun vurgusu vardır. Ama Osmanlıda, kanunlar “telâhuk-ı efkâr”, yani fikirlerin birbirine katılmasıyla mı düzenleniyormuş? Nerede, nasıl bir vasatta sağlanıyormuş bu? Meclis-i Vâlâ’nın açılışına kadar Osmanlıda bu yolla kanun yapıldığından tarihçilerin bile çoğu habersiz de, o yüzden ilginç diyorum…
Lâyihalar yazıldığında sadrazamın kethüdası bulunan Mustafa Reşid Efendi’nin devlet tarifine de bakalım:
“Devlet ıtlak olunan heyet-i mecmua, padişah-ı İslâm efendimizin zir-i idarelerinde fermanber kulları olarak muhtelifü’r-ruteb (değişik rütbelerde) müttefikü’l-kelime (söz birliği etmiş, aynı görüşte) vüzera ve rüesa ve asakirin tecemmuundan (toplanmasından, toplamından) ibarettir. Faraza bir devlet müttefikü’l-kelime on bin nüfustan ibaret ise ahali ve reayadan muhtelifü’l-kelime (farklı görüşlerden) yüz bin dahi ziyade nüfusa hükmeder.”
Mustafa Reşid’in devlet adı verilen grubun kadrosu içinde sadece seyfiye üyelerini sayması tuhaf. Hadi, vezirlerden bir miktarının bürokrasiden geldiğini düşünerek ve “rüesa” sözünü geniş yorumlayarak kalemiyeyi de işin içine katalım, ilmiye nerede? Ulema, padişahın idaresi altındaki “fermanber kulların” (emirber, aldığı görevi yerine getiren) dışında tutularak bir nevi özerkliklerine mi dikkat çekilmiş, ilimlerine hürmet mi edilmiş? Yine de kadılar, kazaskerler ve devlet görevlerinde bulunan diğer ulema düşünülünce gerçekten de tuhaf. Neyse, Mustafa Reşid’in, her devletin, memurlarının sayısının ahaliye göre çok azken, onlara hükmedip emir ve yasaklarını uygulamasını ve başka devletler ile savaşabilmesini bu “ittifak-ı kelime” hadisesine bağlaması herhâlde bir tesadüf değildi. Bu kavram ile kendi içlerinde bir icma veya görüş birliğine sahip olan devletlerin, hem kendi tebaalarını yönetebildiklerini hem de yabancı devletlere karşı durabildiklerini söylemek istediğine şüphe yoktur.
Peki, devlette böyle bir fikir birliği nasıl sağlanacak ve uygulamaya konacaktı? Mustafa Reşid için de kanunların bu noktada devreye girdiği açıktır. Osmanlının kanunları zamanla bozulmuştur. Eski kanunların geri getirilmesinin ancak asrın karakterine uygulanmalarıyla mümkün olacağı şüphesizdir (kavâ‘id-i atikanın iadesi mizac-ı asra tatbik olmakdan lâbüd idüğünden). Asrın mizacına uygulanan kanunların eskiliği mi kalır gibisinden bir soru akla gelirse, Mustafa Reşid, kanunların nasıl yapılacağını anlatırken onun da cevabını veriyor:
“[E]sas-ı mevâd iktiza edenler ile etrafıyle mütâla‘a ve levâyıh cerh ü tadil ü tenkih olunarak manzur-ı sadâretpenâhi buyurulduktan sonra Rikâb-ı hümâyuna arz ve kangısı istisvab olunur ise icrasına ibtidar olunmak iktiza eder ve mütedavil olan fesada nazaran müceddeden kanun tertib ile Devlet-i aliyye nizam-ı cedide muhtaçtır.”
Yeniden kanun yapılmasından ve yeni bir düzenden bahsettiğine göre Mustafa Reşid, eski kanunların asrın mizacına uygulanması derken herhâlde bir imkânsızlığı anlatmak istiyor veya ironi yapıyordu. Yeni kanunların nasıl yapılacağı hakkında söyledikleri ise açıktır ve sürecin kendisinden bahseden başka lâyiha yazarlarının dedikleriyle, dahası III. Selim’in emirleriyle uyum içindedir. Buna göre, maddelerin esası, kimlerle görüşülmesi gerekiyorsa onlarla ayrıntılı olarak gözden geçirilecekti. Mustafa Reşid’in ciddî bir tartışmayı kastettiği anlaşılıyor. Lâyihalar “çürütülecek” yani yıkıcı eleştiriye maruz bırakılacak, değiştirilecek, ayıklanacak ve sadrazam tarafından görüldükten sonra padişaha sunulacaktı. Padişah da hangisini uygun görürse onun uygulanmasına başlanacaktı.
Hâlâ bazı sorunlar var. Mesela, sadrazam Koca Yusuf Paşa da bir lâyiha yazmıştı. Onun yazdıkları da bu ayıklama sürecine tabi olacak mıydı? Padişahın şifahi emrinde, “Bu bâbda had ve vazife aranacak” olmadığı söylendiğine göre diğerlerinden farklı muamele göreceğini düşündürtecek bir sebep yok. Peki, sadrazam önüne gelen metni sadece görecek miydi, yoksa başka bir tasarrufu olabilecek miydi? Bu konuda bir şey söylemek güç görünüyor. Fakat Mustafa Reşid’in ifadesinden, sanırım artık sonuç mazbatası, hatta yasa tasarısı diyebiliriz, o belgenin sadrazam gördükten sonra padişaha sunulmasının yalnızca usulle ilgili olduğu izlenimini edinebiliriz.
Aslında, III. Selim’in “nizam-ı devlete” dair lâyihaların kaleme alınması için gönderdiği emirlerde lâyihaların, sağduyu sahiplerinin görüş birliğiyle inceleneceği, ayıklanacağı ve yeni kanunların konulacağı söylenmekteydi ve sadrazamın bu süreçteki rolüne dair herhangi bir bahis yoktur. Ama sadece meali aktarılan kısa bir fermanda bütün sürecin tarif edilmesini de bekleyemeyiz. Aynı şekilde, padişahın beğendiği ve onayladığı tasarıların kanunlaşmasında tabii ki bir sorun yok da, beğenmediklerine ne oluyordu, o nokta da pek açık değil. Padişah kendisi resen değişiklik yapıyor muydu, yoksa artık adını verelim, tekrar görüşülsün diye, Meclis-i Şura’ya geri mi gönderiyordu? Veya kanun tasarısı o hâliyle yüzüstü mü kalıyordu?
Bu soruya cevap verebilmek için herhangi bir konuda kanun yapılmasını önerme hakkının kimde olduğunu bilmek gerekir. Vakanüvis Asım’a göre, bütün lâyihalar padişaha sunulduktan sonra, o, hepsini gözden geçirecek, her maddenin kârını ve zararını anlayacak ve gerekli ayıklamalar ve değişiklikler yine ittifak-ı ârâ ile yapıldıktan sonra bir özet nüsha hazırlanacak ve o nüsha kanun (düstûru’l-‘amel) olacaktı. Buna göre de padişahın önce lâyihaları gördüğünü ve bunların içinden seçtiği konuların Meclis-i Şura’ya gittiğini, yani ancak onun istediği konularda kanun yapılacağını ama bu yapılma şeklinin oy birliği olduğunu söylemek mümkün görünüyor. Her hâlükârda, padişahın onaylamadığı bir konuda kanun olmazdı herhâlde. Sorun, padişahın önüne gelen en son düzenleme için verdiği onayın şeklî olup olmadığını belirlemekte. Bu arada, Nizam-ı Cedid için genelde çok olumsuz düşünceleri olan ve o dönemin ricâli için ağır ifadeler kullanan Asım’ın, lâyihaların çoğunun “din ü devlete” hayırlı ve yararlı, gaza ve cihat işlerini takviye edici olduğu yolunda duyumları olduğunu söylediğini not edelim.
Lâyihaların nasıl bir sürece tabi tutulacağı hususunda görüş beyan edenler tabii ki bu kişilerden ibaret değildi. Mesela, Başmuhasebeci Elhac İbrahim Efendi de asıl maksut olan nizam-ı mülk ü saltanatın evvela şer‘î sınırlara tam riayet ile hâsıl olacağını söylüyordu. Ona göre de her madde “erbabıyla müşavere ve müzakere” olduktan sonra şer‘-i şerife uygulanacak ve “muvafık-ı şer‘ olan karar-ı ittifakînin yoluyla ve vakt ü mevsimiyle icrasına” çaba sarf edilecekti. Yani önce oybirliğiyle karar alınacak, sonra da şeriatın onayı aranacaktı.
Lâyihalardan yeni kanunlar yapılması için burada söz konusu olan usulün III. Selim döneminde yapılan diğer kanunnameler için de geçerli olduğu anlaşılıyor. Belki şimdi, Selim’in kanunnamelerinin başlangıç kısmında yer alan “İşbu kânûnnâme-i hümâyûnum ittifak-i ârâ-yı ‘ulemâ ve erbâb-ı şûrâ ile tertîb ve tanzim ve pesendîde-i mülûkânem olmağla ilâ mâşâllâhü te‘âlâ düstûru’l-‘amel tutulmak üzere” şeklindeki kaydı daha iyi anlayabiliriz.
Hâl böyleyken Cevdet Paşa’dan bu yana Osmanlı tarihçilerinin Nizam-ı Cedid döneminde Meclis-i Şura’da nasıl yeni kanunlar hazırlandığını pek göremediklerini, hatta Meclis-i Şura’nın kendisini bile tam anlamıyla teşhis edemediklerini veya eder gibi olduklarında da gördüklerini beğenmediklerini söylemeliyim. Mesela, Enver Ziya Karal, III. Selim’in Osmanlı İmparatorluğu’nda, Büyük Petro’nun Rusya’da yaptığı gibi ıslahat yapamadığından hayıflanarak söz ediyor, Selim’in tahsili, terbiyesi ve Osmanlının bünyesinin buna müsait olmadığını belirterek şöyle diyor:
“Selim III. ün en basit bir devlet işinde bile ulema ile devlet adamlarına danışması zarurî idi. Bu zaruret Padişahı hükümdarlık salahiyetlerini Şeyhülislâm ve Sadrazam ile taksim etmeğe mecbur eden, kanun derecesinde kuvvetli bir geleneğin kökleşmiş bulunmasından ileri geliyordu. Şu halde Osmanlı İmparatorluğunun ıslahı işinde de Selim’in, iş birliği yapacağı insanlar ile anlaşması lâzımdı. İşte ıslahattan önce, Padişahın devlet adamlarından ıslahat hakkında düşüncelerini bildiren lâyihalar istemiş olmasının birinci sebebi budur.”
1940’ların sosyo-siyasî ortamından olsa gerek, Karal’ın, bir sultanın gücünü paylaşmasını, birilerine danışmak durumunda olmasını ve de birileriyle anlaşmak zorunda kalmasını esef verici bulduğu anlaşılıyor.
III. Selim dönemi hakkında bağımsız bir monografisi bulunan müteveffa Osmanlı tarihçisi Stanford Shaw ise lâyihaların pek çoğunda önerilen reformların sultanın niyetlendiğinden çok öteye gittiğini savunuyor. Pek çok lâyiha yazarı ıslahatın sadece askerî modernleşmeyi değil, sosyal ve ekonomik değişiklikleri de içermesini önermiş, ayrıca ıslahat sadece yönetici /askerî sınıfla değil, o ıslahattan etkilenecek insanlara da danışarak yapılmalıymış. Birkaç lâyiha ise ancak yarım asır geçtikten sonra uygulanabilen daha modern bir görüşü, yani ıslahat kabul etmeyen eski askerî kurumların ilga edilmesini ve yerlerine yenilerinin kurulmasını öneriyormuş. Uzatmayayım, eski askerî kurumların kaldırılması yolunda lâyihalarda “Delil ocağının” kaldırılmasından başka bir öneri yok, hiç kimse mesela yeniçerilerin kaldırılmasını önermiyor. Selim askerî modernleşmeden fazlasını istediği için lâyihacıların onun niyetlerinden öte bir şeyler söylemesi gibi bir durum da tabii ki yok…
Cevdet Paşa da lâyihalardaki çok farklı fikirleri bir araya getirmenin güçlüğünden bahsediyor, “veşavirhüm fî’l-emr” ilkesi uyarınca lâyihalar istenmesi iyiyse de padişahın mahremi olan bazı kişilerin takdim olunan lâyihaları çocuk oyuncağına çevirdiklerini ve onu güldürdüklerini yazıyor. Böylece, lâyihaların sunulmasında asıl maksat olarak benimsenen “ittihad-ı ârâ” ilkesi tersine dönmüş, pek çok kimselerin gücenerek III. Selim’den yüz çevirmelerine yola açmış, hatta bu, yıllar sonraki “Vak’a-yi Selimiye’nin sebeplerinden biri olmuş.
“Eğer lâyiha istemekten meram mücerred yapılacak nizamatda cümlesinin reyi munzam (eklenmiş) olmak daiyesi ise bir meclis-i umumide Nizam-ı Cedid’in lüzum-ı icrasını anlara tasdik ettirmek kâfi idi.”
Cevdet Paşa’nın da tek ve büyük bir toplantıyla meselenin halledilebileceğini söylemesinden dolayı III. Selim döneminde kanunların meşveret ile yapıldığından habersiz olduğu veya bu hususta tecahül-i arifte bulunduğu görülüyor. Belki de kendi döneminde söz konusu olmayan, eski ama daha katılımcı ve padişahın gücünü daha sınırlayıcı bir sistemden bahsetmek istememişti…