Başta padişah olmak üzere, son dönemlerdeki bazı Osmanlıların gözünde Türk unsurunun ayrıcalıklı bir yeri olduğu görülüyor.
Osmanlı bürokratı ve daha sonra, 1913’te Arnavutluk devletinin bağımsızlığını ilân eden bir Arnavut milliyetçisi olan İsmail Kemal Bey, hatıratında, Midhat Paşa’dan söz ederken onun, imparatorluğun tüm “ırklarına” karşı eşitlik hisleri beslediğini söyler. Ona göre, Midhat Paşa, “baskın ırka” (dominant race) herhangi bir ayrıcalık tanımayan ve “diğer ırklara” karşı da bir önyargı taşımayan belki de tek “Türk devlet adamı” imiş.
Her hatırat metninde olduğu gibi İsmail Kemal Bey’in hatıratının da sübjektif olduğunu, dahası bu hatıraların, Osmanlıcılık dediğimiz resmî ideolojinin artık onun için hiçbir şey ifade etmeyen bir zamanda, Arnavutluk’un bağımsızlığından sonra yazıldığını hemen söylemeliyiz. Ayrıca, “ırk” derken, döneminin eğilimleri uyarınca, etnik grup veya en fazla, milleti kastettiği de bellidir. Bu kayıtlarla da olsa ve tabii ki herhangi bir temsil derecesi atfetmeksizin, İsmail Kemal Bey’in değerlendirmesini, Türk olmayan bir eski Osmanlının, Osmanlıcılık eleştirisi olarak yine de dikkate almalıyız diye düşünüyorum. Mübalağa faktörünü de bir kenara koyarsak ne dediği gayet basit; Türk asıllı Osmanlı devlet adamlarının, imparatorluktaki diğer etnik gruplara karşı bir üstünlük hissiyle baktıklarını söylüyor. İşte bu temel teze uzaktan yakından malzeme olacak bir şeyler var mı, bakmaya değer.
Her şeyden önce, İsmail Kemal Bey’in hatıratındaki bu “baskın ırk” ibaresinin, Cevdet Paşa’nın mucidi olduğunu düşündüğüm “millet-i hâkime” kavramının birebir çevirisi olduğunu ileri sürebiliriz. Cevdet Paşa için, millet-i hâkimenin çekirdeğini ise Türk unsuru teşkil ediyordu. Paşanın, II. Abdülhamid’in saltanatının başlarında ve sadece onun için kaleme aldığı mahrem raporlardan veya arzlardan oluşan Maruzat’ının, kamusal alanda izlenen resmî çizgiden önemli farklılıklar gösterdiği açıktır.
1864 Haziran’ında Derviş Paşa ve meşhur Fırka-i Islâhiye ile birlikte çıktıkları “Kozan Seferi” ve arka planı hakkında Cevdet Paşa, bu eserinde değerli bilgiler verir. Bu seferin amacı bölge üzerinde merkezî hükûmetin doğrudan denetimini sağlamaktı. Kozan’a yapılan seferin, imparatorlukta kimlerin askere alınacağı gibi bir tartışmayla ilintili olması ise şaşırtıcı değildir. Buna göre, Fuad Paşa’nın başkanlığında “havass-ı vükelâ”dan oluşan bir encümende gayrimüslim Osmanlıların da askere alınması konusu ele alınmış. Cevdet Efendi’nin de görüşü sorulmuş.
1856 Islahat Fermanı’nda gayrimüslim Osmanlıların da askerlik yapacakları açıkça söylenmesine rağmen bu, o sırada henüz hayata geçirilmemişti. Bu projeye muhalif olan kanadın hemen bütün görüşlerini Cevdet Efendi’nin o toplantıdaki itirazlarında toplu olarak görmekteyiz. Ona göre, gayrimüslimlerden asker alınır ve bunlar Müslüman askerler ile karışık olursa, her taburda bir imam bulunduğu gibi papaz da bulunmak durumundaymış. Tek bir Hıristiyan mezhebi söz konusu olsa mesele yokmuş ama gerçek öyle olmadığı için zor olurmuş. Cevdet, “Yahudiler de haham ister. Bir taburda bir sürü ruhanîler bulunmak lâzım gelir. Müslümanların ramazanı, hırıstiyanların eyyâm-ı muhtelifede perhizleri var. Böyle mahlût [karışık] bir heyet nasıl idare olunacak?” diye sormuş.
Dahası, “kumandanların başı sıkıldığı zaman askerin ırk-ı hamiyetini [hamiyet damarını]” harekete geçirirler, dayanmaya teşvik ederler ve “fevkalâde fedakârlığa” sevk etmek için “belâgat-ı askeriyeye” başvururlarmış. Müslümanlar üzerinde en etkili olacak sözler, “Ya gaza ya şehadet, haydi din-i mübin uğruna çocuklar” sözleriymiş. Peki, karışık bir taburun binbaşısı askeri gayrete getirmek için ne diyecekmiş? Cevdet Paşa’nın kendi sorusuna cevabı şöyledir:
“Vakıa Avrupa’da gayret-i diniye yerine gayret-i vataniye [milliyetçilik] kaim olmuş. Lâkin bu da feodalite asırlarının inkızâsından [bitmesinden] sonra çıkmış ve anların çocukları da küçük iken bu sözü işiterek pek çok senelerden sonra ‘vatan uğruna’ kelâmı, efrâd-ı askeriyelerine tesir eder olmuştur. Amma bizde ‘vatan’ denilirse askerin köylerindeki meydanlar hatırlarına gelir. Biz şimdi ‘vatan’ sözünü ortaya koyacak olsak, mürur-ı zaman [zamanın geçişiyle] ile bizde de efkâr-ı nâsda [insanların fikirlerinde] yer ederek Avrupa’daki kuvveti bulacak olsa bile gayret-i diniye kadar kuvvet alamaz. Ve anın yerini tutmaz. Husûlü de çok vakitlere muhtaç olur. Ol vakte kadar ordularımız ruhsuz kalır. Bir de nefer Hasan kendisini ölüme sevk edecek Yüzbaşı Hristo’ya bir dar vakitte itaat eyleyecek mi?”
Cevdet’in itirazları bu kadar değil ama kâfidir. Kendi milliyetçilik anlayışından dolayı gayrimüslim Osmanlıların askere alınmasına karşı çıkarken Osmanlı ülkesinde milliyetçilik ve vatan duygularının gelişmediğini öne sürmesinde bir istihza sezmek de mümkündür ama asıl önemli olan Cevdet Paşa’nın hadiseye sadece kitlelerin seferber edilmesi açısından yaklaşmasıdır. Seküler cinsten bir milliyetçilik bir gün Avrupa’daki kadar güçlense bile din gayretinin yerini tutamayacağına göre getirilmesine de lüzum yoktu herhalde.
Anlatımdan çıkarsanabileceği üzere Âlî ve Fuad Paşaların da aralarında olduğu muarızları ise çok manidar bir çıkış yapmışlar: “Pek âlâ, amma, kur‘a dâireleri [askere alma bölgeleri] pek daraldı. Böyle giderse biz kendi kendimize biteceğiz.” Paşalar, tabii ki imparatorluğun, Asakir-i Mansure’nin kurulmasından, hatta daha öncesinden beri büyük bir derdi olan yalnız belli yöreler ve gruplardan asker alınması gerçeğini hatırlatıyor ve soruna insan kaynakları açısından yaklaşıyorlardı ama şu “biz” dedikleri ne oluyordu acaba?
Bunu yüzde yüz bir kesinlikle bilmek mümkün görünmüyor ama Cevdet’in cevabına bakarak güçlü bir tahminde bulunulabilir:
“Evet, şimdi devlet, ‘ur abalıya’ meselince hep ahali-i muti‘a [itaatkâr ahali] üzerine yükleniyor. Böyle giderse unsur-ı asliyemiz olan Türklere günden güne zaaf geliyor. Hâlbuki bizde tensikat-ı askeriyeden müstesna çok yerler var. Anlar taht-ı inzibata alınırlar ise kur‘a dâireleri tevessü eder [genişler] ve unsur-ı aslîmiz olan Türkler hayliden hayli nefes alır. İşte Bosna bir numunedir.”
Cevdet Efendi, daha sonra Kozan, Gâvur Dağı, Kürt Dağı, Akça Dağ ve Dersim yörelerini isimleriyle zikrederek bu bölgelerin denetim altına alınmalarıyla “ahali-i muti‘a” nın yükünün çok hafifleyeceğini ve bu oluncaya kadar da gayrimüslimlerden asker alınması meselesinin enine boyuna düşünülerek bir çözüme ulaşılacağını söyler.
Cevdet’in Bosna’dan söz etmesi hiç tesadüfi değildi çünkü bir önceki görevi olan Bosna müfettişliği sırasında, o zamana kadar asker vermeyen Bosna’dan, masrafı oraca verilmek üzere iki alay oluşturmayı başarmıştı. Kozan ıslahatı işinin üzerine kalması da bu şekilde oldu. Asıl yapmaya çalıştığının ise gayrimüslimlerin askerliği meselesini mümkün olduğu kadar geciktirmek olduğu söylenebilir. Bu arada biz de, kamuya açık hiçbir Osmanlı resmî belgesinde zikredilmeyen bir noktayı, Türklerin asıl unsur olduğunu öğrenmiş oluyoruz!
Her zaman için, bu fikirlerin sadece Cevdet Paşa’ya ait olduğu, resmen zikredilmemelerinden öte, gayrı resmî olarak da imparatorluk dâhilinde etkilerinin sınırlı bulunduğu tartışılabilir. Belki. Ama son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda böyle bir damar olduğunu biz daha başka kaynaklardan da biliyoruz. Selim Deringil, Hicaz Vali ve Kumandanı Osman Nuri Paşa’nın 1885 tarihli bir raporunda “unsur-ı aslî” den Türkler ve Anadolu ahalisini anladığını yazdı. Aransa başkaları da bulunur herhalde. Ha, bir de Sultan II. Abdülhamid var…
Abdülhamid’in başkâtiplerinden Tahsin Paşa, 1930- 1931 yıllarında Milliyet gazetesinde tefrika edilen ve 1931’de kitap olarak basılan anılarında gayet kategorik bir şekilde şöyle diyor:
“Sultan Hamid devrini yaşamış ve Hünkâr’ı yakından tanımış olanların malûmudur ki Sultan Hamid iki şeyden pek korkardı. Bunların biri borç, diğeri de unsur-ı aslîye halel gelmek idi. Onun nazarında aslî [unsur, HE] Müslüman Türkler idi. Umûr-ı siyâsiyede nokta-i nazarı bu idi. (…) Sultan Hamid’in evhamı kendi şahsının ve saltanatının muhafazası endişesinden mütevellid olmakla beraber unsur-ı aslî olan Türk milletine halel gelmesi ve bu unsurun zayıflayıp diğer anasırın dâhilde ve hariçte gördükleri teshilât ve muavenet ile idare-i hükûmete nâfiz [etkili] olmaları onu korkuturdu.”
Yine Tahsin Paşa’ya göre, Abdülhamid, Avlonyalı Ferid Paşa’nın sadrazamlığının (1903- 1908) sonlarına doğru Kanûn-ı Esâsî’yi yeniden yürürlüğe koymak istemiş, hatta yeni bir Kanûn-ı Esâsî yapılması için çalışmalar başlatmış. Ferid Paşa’yı görevden almayı ve Said Paşa’yı yeniden sadrazam (yedinci kez) yapmayı düşündüğü bir esnada Tahsin Paşa’ya şunları söylemiş:
“Neme lâzım benim Ferid Paşa, Said Paşa; bunların biri gitmiş ötekisi gelmiş bunun hiç ehemmiyeti yok; bir hükümdar için lâzım olan şey memleketin menfaatidir. Eğer bu menfaat kanûn-ı esâsînin ilânında ise o da yapılıyor; fakat iyi tatbik olunur mu, Türk’ün menfaati mahfûz kalır mı, burasını kestiremiyorum.”
Türk milliyetçiliğinin çok yükselişte olduğu bir dönemde Abdülhamid’e atfedilen bu tutum ve sözlere hâliyle belirli oranda bir şüpheyle yaklaşılması kaçınılmazdır. Nihayetinde bunlar, döneminde ve Abdülhamid’in kendisi tarafından değil, 1930’larda ve bir başkası tarafından dile getiriliyor. Ahmed Cevdet Paşa’nın veya Osman Nuri Paşa’nın 1870’ler ve 1880’lerde yazdıkları elimizde olmasaydı Tahsin Paşa’nın bu tanıklığına gerçekten de büyük bir şüphe ile bakardık. Oysa hem bunlar, hem de Abdülhamid döneminden kalma başka belgeler ve o dönemde izlenen bazı politikalar Tahsin Paşa’ya epeyce bir inanılırlık kazandırıyor.