Osman Bey’in Bapheus / Koyunhisar Savaşı varsa, Orhan Bey’in de Pelekanon / Eskihisar Savaşı vardır. Birincisi nasıl Osman Bey’in Doğu Roma kaynaklarında ilk kez görülmesini sağlamış ve hatta İnalcık’a göre Osmanlı devletinin kuruluş tarihi olmuş ise ikincisi de bir Osmanlı hükümdarıyla bir Bizans imparatorunu savaş meydanında ilk kez karşı karşıya getirmiş ve Doğu Roma’nın, Osmanlıları Bithynia’dan atma girişimlerinin sonu olmuştu. Şimdiye kadar ele aldığımız pek çok erken Osmanlı konusuna bir şekilde temas etmesinden dolayı Pelekanon Savaşı’na biraz bakalım diyorum.
Bir okurumuz geçenlerde “Orhan’ın kardeşlerine dair Bizans kronikleri neler diyor acaba?” diye soruyordu. Orhan Bey ve III. Andronikos Palaiologos arasında 1329’da geçen bu savaşın sonradan tarihini yazacaklar arasında, savaşta Büyük Domestikos rütbesiyle bulunan ve ileride kendisi de Doğu Roma imparatoru ve ayrıca Orhan’ın kayınpederi olacak olan İoannes Kantakouzenos da vardı. Ona göre, savaşın iyice kızıştığı ve günün iyice ilerlediği bir sırada Orhan, bütün askerlerini kardeşi “Parzale”nin komutasına vermişti. Bunu, Kantakouzenos’un kroniğinin biraz eski, Cousin’in 1685 tarihli çevirisine, bakarak söylüyorum. Meşhur Osmanlı tarihçisi Joseph Hammer von Purgstall’ın (1774- 1856) ise başka bir Kantakouzenos edisyonu gördüğü anlaşılıyor çünkü o, bu adı Yunan harfleriyle “Pazarlou” (Παζαρλου) olarak vermiştir. O dönemde Orhan’ın Pazarlu adında bir kardeşi olduğu bilinmediği için Hammer bu yazılışı merhum Uzunçarşılı’nın işaret ettiği gibi “Paşa Ali” kelimelerinin bozuk bir yazılışı olarak düşünmüş ve buradan yola çıkarak da bu şehzadenin Orhan’ın kardeşi Ali / Alâeddin Paşa olduğu sonucuna ulaşmıştı.
Uzunçarşılı, Temmuz 1941’de, Mart 1324 tarihli Mekece Vakfiyesi’ni yayımladığında, Kantakouzenos’un “ Parzale / Pazarlou”sunun o vakfiyede adı geçen Osman Bey’in oğlu “Pazarlu” olduğuna dikkat çekmiş fakat Pazarlu’nun, vakfiyede bulunmayan Alâeddin Bey ile aynı kişi olması ihtimalini de dışlamamıştı. “Bundan başka vakfiyedeki Pazarlu Beğ’in, Alâüddin olması da muhtemeldir. Alâüddin’in isim olmayıp lakab olduğu malumdur” diyen Uzunçarşılı, Hammer’in ancak böyle haklı olabileceğini belirtmişti. Kısa bir süre sonra, İslam Ansiklopedisi’ndeki “Alâeddin Paşa” makalesinde Hammer’e karşı daha eleştireldir ve “Hammer, Osman Bey’in Pazarlu adındaki oğlunu Alâeddin Bey zannetmekle hataya düşmüştür” diyor ama orada da Pazarlu’nun isim ve Alâeddin’in mahlas ve lâkap olarak aynı kişiyi işaret etmesi ihtimalini tartışıyor. Bu ihtimali zayıf bulmasının nedeni ise, Alâeddin’in kendi vakfiyesinde bile bu isimle zikredilmesidir. Yine de Uzunçarşılı, Alâeddin Bey’in vakfiyesindeki “Emirü’l-kebir mücahid fi sebilallah” gibi unvanlar için, “Alâeddin Bey’in ulema sınıfından yetişmiş bir vezir değil, bir beylerbeyi veya kumandan olduğunu göstermektedir” yorumunda bulunmaktan geri durmuyor.
Uzunçarşılı’nın Alâeddin ve Pazarlu için düştüğü bu ihtirazî kayıtlar, günümüzdeki Osmanlı tarihçilerinin çoğunun bu ikisinin ayrı olduğu ve Pelekanon’da Orhan’ın komutanı olan şehzadenin Pazarlu olduğu yolundaki görüşleriyle uyum içindedir. Mekece Vakfiyesi’nin Pazarlu’su, Kantakouzenos’un Pazarlou’su tarafından doğrulanmaktadır. Tabii ki, aynı şekilde Kantakouzenos’un kaydını da o vakfiye doğruluyor. Uzunçarşılı, nihayet, Osmanlı Tarihi’nde artık Alâeddin’i işin içine hiç karıştırmaksızın Pelekanon’da kumandan olarak Pazarlu Bey’in bulunduğu yargısına ulaşmıştır. Buna rağmen, 1333’te Alâeddin Bey’den hâlâ “Büyük emir” olarak bahsedilmesi, onun henüz dervişlik ve şeyhlik yoluna girmediğine ve Âşıkpaşazâde’nin aksini söylemesine rağmen bir ara Orhan’ın paşası / komutanı olduğuna işaret ediyor. Onun, ancak beylere verilen böylesi mutantan askerî unvanları alabilmek için önemli komuta görevlerinde bulunduğunu, belki de Hammer’in yakıştırdığı ve Uzunçarşılı’nın tartıştığı gibi Pelekanon’da Osmanlı ordusuna komuta eden Pazarlu ile aynı kişi olması ihtimalini hâlâ büsbütün göz ardı edemeyiz. Mekece Vakfiyesi’nin yayımlanmasından sonra dahi tarihçilerin, mesela Pelekanon Savaşı üzerine olan az sayıdaki çalışmalardan birinin sahibi Vladimir Mırmıroğlu’nun veya günümüz tarihçilerinden Sayın Abdülkadir Özcan’ın, Orhan’ın Pelekanon’daki komutanının Alâeddin Paşa olduğu kanaatini taşıdıklarını da not etmiş olayım.
1324 vakfiyesinde, Osman’ın oğullarının her birinin, Anadolu veya daha ötelerdeki beylerin ve önemli devlet adamlarının adlarını taşıdıkları dikkate alınınca bu “Pazarlu” adında “teoriye” aykırı bir tuhaflık olduğu da akla gelmiyor değil. Şöyle ki, Uzunçarşılı’nın da zamanında dikkat çektiği gibi “Çoban”, İlhanlıların güçlü veziri Emir Çoban’a “cemile” olarak verilen bir adsa ve “Hamid”, Hamitoğulları’ndan mülhemse ayrıca “Melik” bir ihtimalle II. İzzeddin Keykavus’un aynı adlı oğlundan dolayı verilmişse “Pazarlu” çizgiyi bozmuyor mu? Oysa “Alâeddin”in bu isimdeki Selçuklu Sultanlarının üçüncüsü ve Osman’ın çağdaşı olan bir hükümdarın adı olmak hasebiyle Osman’ın “onomastik politikasıyla” daha uyumlu olduğu ileri sürülebilir.
Ne oldu? Mesela, Osman’ın bağımsızlık iddia etmesiyle ve tabii ki III. Alâeddin’in İran’daki sefil hayatı ve öldürülmesiyle, Osman, bu adı oğlu için lüzumsuz mu görmeye başladı? “Pazarlu” adı sonradan verilen bir ad mıydı? Tabii ki bunlar spekülasyondan ileri gitmez ama düşünmekte de bir beis yok. Bu arada, “Orhan” adının da bu varsayım uyarınca çizgiyi bozduğu söylenebilir. Ama bu adın “Büyük Han” anlamına geldiği düşünülürse, varsayımı bir adım daha ileri götürüp, Osman’ın, bu adı taşıyan oğlunun kendi yerine geçmesini istediğine ve böylece onu diğerlerine hükmediyor olarak görmek gibi bir arzusu olduğuna herhangi bir ihtimal verilebilir mi ? Yoksa “Orhan”, adını ve unvanını anmaksızın saygılı bir şekilde “İlhan”dan bahsetmenin bir şekli miydi? Çok daha basit olarak, belki de Orhan, Osman’ın ilk doğan şehzadesiydi, hanların en büyüğüydü…
Peki, Pelekanon Savaşı’nın Orhan’ın kardeşi Pazarlu ve aralarında bir özdeşlik varsa, “Alâeddin Paşa” ile bir ilgisi olduğunu gördük. 1329’da “ak börk” giymeye başlamışlar mıydı, bilmiyorum ama yayaları da o savaşta görmek mümkün müdür acaba? Dahası, Pelekanon’u irdelemek bize Osmanlı’yı kuran grubun kimliği ile ilgili bir şeyler de söyler mi? Pelekanon, gerçekten de göçebe usulü savaşın iflas ettiği nokta mıydı? Ayrıca savaşta tam olarak ne olmuştu? Kantakouzenos’dan başka Pelekanon’dan bahseden diğer Bizans kaynakları Kısa Kronikler ile tarihçi ve din adamı Nikephorus Gregoras’ın kroniğidir. Yalnız bunlar savaşın görgü tanıklarının elinden çıkmamıştır. Savaşa katılması dolayısıyla Kantakouzenos’un bu açıdan tartışılmaz bir üstünlüğü vardır ama o da kroniğini Pelekanon’dan çok yıllar sonra kaleme almıştır. Hadiselerin tarafı olan ve şahsî prizmasından ışığı fazlasıyla kırarak geçirdiği anlaşılan Kantakouzenos ne kadar güvenilirdir? Sıkça vurgulandığı üzere Pelekanon da aynen Bapheus gibi Osmanlı kroniklerinde hiç geçmez veya onlarda bu savaşa ancak üstünkörü bir iki gönderme mi vardır?
Bu son noktadan başlayalım. İnalcık, Bapheus Savaşı konusunda Bizans kaynağı Pachymeres ile Osmanlı kroniklerini uzlaştırmak yolunda yıllara yayılan uzun soluklu bir girişim yapmıştı. Daha önce ayrıntısıyla yazdım ve naçizane aynı düşüncede olmadığımı söyledim. Pelekanon’la ilgili benzer bir çalışması yoktur ama rahmetli, bu savaşın da fevkalade önemli olduğunu düşünürdü:
“Kuşkusuz, 1329 Pelekanon Savaşı, İstanbul’un fethi gibi, Bizans ve Osmanlı tarihinin dönüm noktalarından biridir. Beylik, bu savaşı kazandıktan sonra 1331’de İznik’i, ondan altı sene sonra da İzmit’i alacaktır. Bu arada Gebze ve Hereke dâhil, sahildeki tüm küçük hisarlar, Osmanlı’nın eline geçecek, böylece, Anadolu tarafından Türkler İstanbul Boğazı’na dayanmış olacaklardır.”
Pelekanon’dan sonra Osmanlıların doğrudan Bizans başkentini tehdit eder hâle geldiklerini söyleyen İnalcık, başta Bapheus ve Pelekanon’u araştırmak amacıyla çeşitli disiplinlerden araştırmacıların çalışacağı bir Bithynia Araştırma Merkezi kurulmasını istiyordu. Bu tür önemli olayların sadece yazılı kaynaklardan değil, topografyayı da dikkate alarak çalışılması kanaatindeydi. Hatta 2006 yılında bir grup yüksek lisans ve doktora öğrencimizi de alarak Pelekanon Savaşı’nın tarihî coğrafyası peşine düşmüş ve Eskihisar- Darıca taraflarında, Bizans askerlerinin yenilgiden sonra sığındıkları “küçük hisarlar” avına çıkmıştık…
Osmanlı kaynaklarını çok iyi bilen Hammer, Bizans kaynaklarının İznik’in kaybedilmesi gibi sonuçlarından dolayı çok önem atfettiği Pelekanon Savaşı’nın Osmanlı kaynaklarında geçmediğinin tabii ki farkındaydı. Mehmed Atâ Bey’in çevirisiyle verirsek, “Osmanlı müverrihleri tarafından ise pek az ehemmiyetli sayıldığı için nakline bile tenezzül edilmemiştir” diyerek bu ilgisizliği kesin bir dille ifade ediyor. Birazdan göreceğimiz gibi, eğer Âşıkpaşazâde’nin, tam da o sıralarda İzmit’in sahibesi olarak gösterdiği “Yalakonya” (Ali Bey neşrinde Belkonda) bir şekilde Pelekanon kelimesinden türeme değilse ve bu yer adından bir iz taşımıyorsa, Osmanlı kroniklerinde Pelekanon ismen geçmez. Üstelik isim vermeden de olsa “İstanbul tekfuru” ile yapılan herhangi bir çatışmanın layıkıyla hikâye edildiğini bile söyleyemeyiz.
Bizans imparatorunun ve Orhan Bey’in bizzat katıldıkları bir savaşın, önemsiz bulunduğu için Osmanlı tarih geleneğinde aktarılmaması tezi fazlasıyla kolaycılık gibime geliyor. Acaba Orhan Bey’in, savaş sırasında tepelerdeki hâkim konumunu hiç terk etmeyerek çatışma alanına girmemesinin ve savaşın fiilî idaresini kardeşi Pazarlu’ya bırakmasının bunda bir payı olmuş mudur? Şöyle ki, Osmanlı kroniklerinde Orhan’ın babasından sonra bey olmasının nedeni olarak daha babası yaşarken bile orduya onun kumanda ettiği hususu işlenir. Öte yandan, gördük, kroniklerin Orhan’ın tek kardeşi olarak söz ettiği Alâeddin Paşa ise bu kaynaklarda bir askerî komutan olarak hiç geçmiyor, bilâkis, beyliği külliyen bırakarak dervişlik yolunu tutmuş olarak gösteriliyor. Pazarlu ve Alâeddin’in aynı kişi olma ihtimalini saklı tutalım, Orhan’ın bir kardeşinin aslında orduya kumanda ettiğini aktarmayı bu kaynaklar çizdikleri genel resimle uyumlu mu bulmamıştı? Bilgi yokluğunda bu noktada ısrar edecek değilim, sonuçta aynı kaynaklar Osman Gazi’nin savaşlara katılan kardeşlerinden ve yeğenlerinden bahsetmekte bir beis görmüyorlar ama Osman’ın bizzat katıldığı Bapheus Savaşı’ndan bahsetmeyen de yine onlar!
Kroniklerde “İstanbul tekfuru” ile yapılan savaşların nasıl anlatıldığına gelince; bu konuda en fazla malumatı veren yine Âşıkpaşazâde’dir. Onun söylediklerinin incelenmesinden, daha Osman Gazi hayattayken, Kocaeli Yarımadası’ndaki gaza faaliyetlerinden başlıca Akça Koca’nın sorumlu olduğu ama daha geriden Gazi Rahman’ın da destek verdiği anlaşılıyor. Akça Koca, Kandıra’ya ve Ermen’e erler koymuş ve amacı Samandıra’yı ele geçirmekmiş. Âşıkpaşazâde’nin “[G]ece ve gündüz küffâr ile işleri gâh cenk ü gazâydı ve gâh müdârâ etmek oldu” sözlerinden savaşın kesintisiz olmadığı da anlaşılıyor. Sonra bir gün Samandıra tekfurunun oğlu ölmüş. Hisar ahalisi sur dışında iken gaziler baskın yapmış ve tekfuru esir etmişler. Samandıra böylece fethedilmiş. Sonra bu tekfuru Aydos’a vermek ve karşılığında o hisarı almak istemiş ve ters bir cevap almışlar.
Daha sonraysa, tekfurun “Beni İstanbul’a iledün. Beni anda satun” önerisi üzerine Orhan Gazi’ye “Bu tekürü satalım mı veya öldürelim mi?” diye haber göndermişler. O da “Satun. Gazilere harçlık olsun” emrini vermiş. İstanbul ise “Ne adam satarız ve ne hod adam aluruz” diyerek bu fidye işiyle ilgilenmediğini söylemiş. Bu maceranın sonu İstanbul ile savaş olmuş. Âşıkpaşazâde, “Cem‘ olmuş leşkerleri vardı. Göndürdiler. Dutuşdular. Kâfiri basdılar ve sıdılar. Eyü kırkun oldu” diyor. Pelekanon’un Osmanlı kaynaklarına yansıması hakikaten de bundan mı ibaret? Osmanlıların, İstanbul’un çok yakınlarına sokulması, Bizans kaynaklarına göre III. Andronikos’u sinirlendirmiş ve Trakya taraflarından alelacele asker toplayarak savaşa karar vermiş. İki anlatım arasında bu bağlamda bir uyum var ama Âşıkpaşazâde’de Orhan, Bizans ile yapılan savaşta yok. Bu denli büyük bir atlama yapabilir miydi? Öte yandan, İstanbul ile sadece bir defaya mahsus bir çarpışma olmadığını da söylüyor. Samandıra tekfurunu sonunda İznik tekfuru satın almış. Akça Koca, Samandıra’yı üs edinerek “İstanbul tekürüyile ve Aydos teküriyle dâyimâ ceng eder” olmuş. Gazilerle birlikte at arkasından inmezmiş. Tarihçimiz, “Anun içün kim İstanbul tekürünün cengi eksik değüldi. Zirâ bu Aydos hisarından Türk’ü sürmek isterler idi” diyor.