Osman, dışarıdan gelen bir fatih değil, parçası olduğu dünyayı içeriden fethe başlamış bir savaş beyiydi.
Daha önce değinmiştim, Osman Bey’in Bithynia’nın yerel yöneticileriyle olan ilişkileri Ertuğrul Gazi’ye göre kıyas kabul etmeyecek kadar yoğundur. Kroniklerde, Ertuğrul Gazi ve etrafındaki tekfurlara ilişkin, yer, zaman ve şahıs adı belirtilerek aktarılan tek bir anekdot bile bulunmazken oğlu Osman bambaşka bir konumdadır. Onun, tekfurlardan dostu, müttefiki, has nökeri olduğu gibi içerlediği, diş bilediği ve açıkça düşman oldukları da vardır.
Bu dikkat çekici tezadın tarihî bir gerçekliği mi yansıttığını yoksa sadece kaynaklardan ileri gelen bir aktarma sorunu sonucu mu ortaya çıktığını sanırım hiç bilemeyeceğiz. Ertuğrul gerçekten de tekfurlardan uzak mı durmuştu, Bithynia dünyasının, kelimenin her anlamıyla “garibi” miydi? O dünyada bu tür ilişkilerin gelişmesine izin vermeyecek kadar kısa bir süre mi bulundu? Bildiğimiz, Osman Bey’in, bir ihtimalle içine de doğmuş olduğu o dünyanın ayrılmaz bir parçası hâline gelmiş olmasıdır. Tam bir Bithynia’lı olmuştu da diyebiliriz.
Halil İnalcık belki de bu gibi mülahazalardan yola çıkarak Osman Bey’in, Selçuklulara tabi olan tekfurları ortadan kaldırarak gaza faaliyetine başladığı görüşünü ileri sürmüştü. Merhum hocamız bu görüşünü en son yayınlarından birinde, 2015’te daha güçlü bir şekilde ifade etmiştir:
“1299’da Osman, Bizans- Selçuklu sınır bölgesinde ‘darü’l-ahd’de dört hisarı, Bilecik (Belocômis), Yenişehir (Melangeia), İnegöl (A[n]gelokoma) ve Yarhisar’ı fethetti, böylece Selçuk sultanına haraç veren ‘dar’ül-ahd’ bölgesindeki tüm tekvurları ortadan kaldırmış oldu. Bu fetihlerle Osman, doğrudan doğruya Bizans devletine ait topraklara sınırdaş oldu.”
Görüldüğü gibi İnalcık, Osman’ın ilk fetihlerini, ne darülharpte, ne de darülislâmda, ama ikisinin arasında bir konumda bulunan, alınan haraç karşılığında gayrimüslimlerle barış antlaşması yapılan yerlerde, darü’l-ahd’de, cereyan etmiş olarak görüyor.
Tekrara düşmek istemem, söz konusu tekfurların Selçukluya tabi olmaları konusundaki çekincelerimi belirttim. Bölgenin statüsü ve Osman’ın tekfurlara karşı olan konumu hususlarının üretebileceği tartışmalar bir yana dursun, sanırım İnalcık’ın söyledikleriyle kesiştiğimiz bir nokta da var. Osman, Bithynia’nın yabancısı ve dışarıdan gelen bir fatih değildi. Tam tersine, onu, gayet bütünleşik bir parçası olduğu bir dünyayı içeriden fethe başlamış bir savaş beyi olarak görebiliriz.
Şimdi hikâyemize devam edelim. Günü geldiğinde Osman, davet edildiği üzere Köse Mihal’in kızının düğününe gider. Bütün tekfurlar da gelmiş ve ağır hediyeler (mübalağa saçılar) getirmiştir. Osman, hepsinden sonra gider ama herkesten çok hediye götürmüştür. Güzel halılar, kilimler, yağlar, sürüyle koyunlar… Götürdükleri çok beğenilir.
Ama hediyeleri beğenen ve biraz da şaşıran tekfurlar, Osman’ın zenginliğinden ve gücünden rahatsızlık duyar, kendi gelecekleri konusunda endişeye kapılırlar. Neşrî’ye göre, “Bu Osman tutumından şöyle gösterir ki az zamanda bunda birimüzi komaya. Tedbir oldur ki bunı karvayub heman tizcek öldürevüz” derler. Bu görüş kabul edilir ve görev de Bilecik tekfuruna verilir. Neşrî, “Zirâ gayet muhil (hilekâr) kâfirdi. Hem içlerinde andan büyük tekvur yoğidi” diyor.
Burada biraz duralım ve birbirlerine çok benzedikleri yerlerde bile kronikler arasında, editoryal tasarruflardan kaynaklanan ciddî farklılıklar olabildiğine bir örnek verelim. Âşıkpaşazâde, Osman Gazi’nin, Bilecik tekfuruna “muhabbetler” gösterdiğini söyledikten sonra şöyle devam ediyor: “Ve evvelden bunun ile gayibâne aşinalıkları var idi. Ve illâ suret ile biri birin görmemişler idi”. Uzaktan dostlukları da Osman’ın yaylaya çıkış zamanlarında eşyalarını Bilecik hisarında emanet bırakmasından kaynaklanıyormuş. Âşıkpaşazâde’yi neredeyse kelime kelimesine takip eden Neşrî ise, Osman ile Bilecik tekfurunun ilk kez yüz yüze tanıştıkları yolundaki bu ifadelere rağbet etmemiş durumdadır. Edemezdi de. Sebebi ise gayet basit, Neşrî, Bilecik tekfuruna isyan eden Köprühisar tekfurunun cezalandırılması bahsinde Osman ile Bilecik tekfurunu zaten bir arada göstermiş, ziyafetlerde bulundurtmuştu da ondan.
Neyse, Osman Bey, Bilecik tekfuruna çok saygılı davranmış, “tevâzu‘ ve meskenet” (alçakgönüllülük) göstermiş. Tekfur, “Yakında biz dahi düğün iderüz. Kadem rencide kılasuz. Müşerref olavuz” diye kendi düğününe davette bulununca da “el başa urub”, “hoş ola” diyerek kabul etmiş. Anladınız tabii ki, dertleri Osman’a tuzak kurmak ve düğüne gelir gelmez yakalayıp öldürmekmiş.
Bithynia’nın o olaylı düğünler mevsimindeki ikinci düğün, Bilecik tekfuru ile Yarhisar tekfurunun kızı için planlanmış olanıydı. Osman, henüz kendisine resmen davet gelmeden önce sürüyle koyunu Bilecik’e gönderir ve Neşrî’ye göre şöyle der: “Tekvur biraderüm bu koyunları düğüne hizmete gelenlere yidürsin. İnşa-allâh ben dahi vardığum vakıt, saçuyı iledem. Anlara lâyık hod nemüz ola. Ammâ dervişâne varavuz, hizmet idevüz.” Neşrî’nin, genel kurgusuyla uyumlu bir şekilde Osman’ın alçakgönüllülüğünü daha bir vurguladığı görülüyor ama Âşıkpaşazâde’nin ifadeleri de yakındır: “Kardaşum bunı düğüne hizmet edenlere yedürsün (…) İnşallah ben dahı varduğum vaktın saçumı iledem (…) kardaşuma lâyık saçum yoğ ise bize lâyıkın eyledüm.”
Osman’a gönderilen okuyucu, arkadaşı Köse Mihal’dir. Bilecik tekfuru onunla birlikte “hayli altun ve gümüş avadanlık” hediye de gönderir. Mihal, dostunu kurulan tuzak konusunda gizlice uyarır. Osman herkesin içinde, tekfura selam eder ve Mihal’in, şunları iletmesini ister:
“Germiyanoğlıyle ‘adâvetimiz kendülere hod malumdur. Bu yıl dahi zahmetimüzi çeksünler. Anamın ve benüm rahtçügezlerimizi (eşyacıklarımızı, ev eşyalarımızı) yine kal‘aya gönderelüm. Yakında yaylağa gitmelüyiz. Hemişe hâfızımuz anlardur (…) tâ ki biz dahi bu tarafda düşmandan emin olub düğüne hizmet idevüz. Ve hem kayın-anam ve hatunum tekvurın anasıyla buluşmak ve bilişmek isterler.”
Fırsatın büyümekte olduğunu gören Bilecik tekfuru, “Türk cemi‘-i avreti, oğlanı, malı, rızkıyle gelüb kabzuma gireyörür” diyerek çok sevinir. Mihal, bir kez daha gelip düğünün tam gününü bildirince Osman bir dilekte daha bulunur: “Bizüm halkımız sahraya öğrenmişlerdür. Bilecük tar yirdür. Düğüni anda itmesünler bir giñce (genişçe) yirde itsünler.” Tekfur, düğünü açıkta, Çakırpınarı denen yerde yapmayı da kabul eder.
Devamı da ilginç… Osman, keçe yükler hazırlatıp içlerine savaşçılarını koyar, öküzlere yükletir ve kadınlara, Bilecik’e götürmelerini söyler. Akşam karanlığıdır. Bilecik, halkın çoğu açıktaki düğüne gittiği için tenhadır. Savaşçılar silahlarıyla birlikte yüklerden dökülür, kapıcıları öldürür ve kaleyi fethederler… Yok, ilginç bulduğum kaynaklarda sıkça görülen bu folklorik hile kısmı değil. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, Karamanlıların, panayır için kalelerinin dışına çıkan Ermeneklilerin yerine geçip hisarı fethettiklerini söyleyen yine Neşrî’ydi… Osman’ın halkının, eşyalarını, atla veya arabayla değil de, Tibetliler gibi öküz sırtında taşımalarını ilginç buluyorum! Neşrî, “Ve hem ‘âdetiydi ki rahtı dâim öküzlere yükledüp hatunlar kal‘aya koyarlardı” diyor.
Osman, bazı savaşçılarını da kadın kılığına sokmuştur, Bilecik tekfurundan bu hatunların, tekfurlardan utanmamaları için ayrı bir yerde misafir edilmelerini ister. Bu da kabul edilir. Osman, akşam saatlerinde bu grubun başına geçer ve düğün alanına yönelir. Tekfur, akşam karanlığında gelinmesinin, kadınların görülmesinin istenmediğine yorar. Oysa Osman, kaleye gidenlerle sözleşmiştir. Onlar kaleyi fethedince kendisi düğün alanına gidecektir. Tekfura, “Osman Gazi hatunlarla geleyörür” haberi ulaşır. Tekfur gelenleri saygıyla karşılar, “kadınları”, ayrı bir yere kondururlar.
Sonrası biraz tuhaf, Osman Gazi, tekfur daha kendi odasına / otağına varmadan ata biner ve beraberinde Mihal de olduğu hâlde kaçar! Âşıkpaşazâde’ye göre birileri, “Hay! Türk kaçdı” diye bağırır. “Tekvür dahı sarhoşçayidi. Bindi. Ol dahı Türkün ardına düşdi” diyor. Osman Bey, sonra Bilecik yakınlarındaki Kaldırık deresinde duraklamış. Tekfur oraya geldiğinde ise yakalanmış ve başı kesilmiş. Ne olmuş? Osman Bey, kadın kılığındaki savaşçılarını mı bırakıp kaçmış? Neşrî de pek anlayamamış gibi. “Ve bu ‘avret suretine giren erler, dilâverler dahi ardın kesdiler. Andan tekvur, boğazı Osman Gazi’nün eline verdi” diyerek, kılık değiştirenlerin Bilecik tekfurunun Çakırpınarı’ndaki kampında kaldıklarını söylüyor ve böyle bir anlamlandırma çabasında bulunuyor.
Güzel de şaşırtmaca unsuru nerede? Kadın kılığındaki savaşçılar, Osman’ın arkasından giden tekfurun geriye dönüşünü engellemekten başka bir şey yapmış gibi durmuyorlar. Bunun için mi kılık değiştirmişlerdi? İhtimaldir ki hikâye Âşıkpaşazâde’nin kaynağında daha insicamlıydı ancak daha sonraki aktarımlarda bazı kısımları kayboldu. Ayrıca, bütün bu fasıl başka sorular da uyandırıyor. Mesela, Âşıkpaşazâde’ye göre, Karacahisar’ın fethi Bilecik’in fethinden on sene kadar önceyse, Osmanlılar, neden yaylaya giderken eşyalarını kendi kalelerinde muhafaza etmiyorlar da Bilecik tekfuruna emanet bırakıyorlar?
Bilecik tekfuru öldürülünce Osman Bey ve adamları hemen Yarhisar’a gitmişler. Sabah erkenden tekfurunu yakalayıp, düğüne gelenlerin çoğunu esir etmişler. İnegöl tekfuru Aya Nikola olanları işitip kaçmasın diye Turgut Alp’ı hiç vakit geçirmeden onun üzerine göndermişler. Kale kuşatılmış. Osman Bey de, aldığı ganimeti Bilecik’e getirdikten sonra İnegöl’e yönelmiş. Ondan “Yağma” sözünü duyunca gaziler göz açıp kapayıncaya kadar hisara girmişler. Daha önce Müslümanlara yaptıklarından dolayı tekfurunu ve erkekleri öldürüp kadınları esir etmişler. Bu fetihler 699 / 1299-1300 yılında olmuş. İleride Süleyman Paşa ile Murad Hüdavendigâr’ın annesi olacak olan Yarhisar tekfurunun kızı Ülüfer / Lülüfer (Nilüfer- Holifera) ise Osman Bey tarafından, oğlu Orhan’la evlendirilmiş. Eh, ne kadar planlanmıştı bilmiyoruz ama bu da üçüncü düğün oluyor.
Bir dizi düğün- evlilik macerasıyla iç içe geçmiş olsa da, Osman Bey’in ilk fütuhatının öyküsü ana hatlarıyla böyle. Karanlık noktalar tabii ki var ama Bapheon ve Pelekanon savaşları gibi önemli dönüm noktaları hakkında ya hiçbir şey söylemeyen veya ancak çok silik birtakım hatıralar barındıran erken Osmanlı kronik geleneğinin bu fütuhat hakkında suskun kalmamasına yine de müteşekkir olmalıyız sanırım. Eksiklerine rağmen bu hikâye aslında Osmanlı beyliğinin nüvesinin ne zaman ve nasıl bir araya getirildiğine dair oldukça kapsamlı bir kuruluş hikâyesidir.
Âşıkpaşazâde de hemen hemen aynı kelimelerle hikâyenin sonunu bağlıyor ama Neşrî’den izleyelim:
“Ve bi’l-cümle çünki Osman Gazi bu dört pare hisarı feth itdi, vilâyetlerine ‘adl ü dâd gösterüb cemi‘-i köyler yirlü yirine gelüb mütemekkin olub vakıtları kâfir zamanından dahi yeğ oldı. Hatta Osman Gazi iklimünde emn ü âmân ziyâde olmağın, kalan yirün kâfirleri dahi anun iklimüne gelüb şenlik oldı.”
Osman Bey’in, aynen Karacahisar’ın fethinde olduğu gibi hisarı ele geçirdikten sonra çevresindeki kırsal bölgeyi rahatsız ve huzursuz etmediği görülüyor. Bilakis öyle bir adalet ve güvenlik sağlamış ki henüz fethetmediği yörelerdeki Hıristiyanlar bile onun ülkesine gelip yerleşmiş.
Bu arada bazı kaşların “4 hisar mı?” makamında kalktığını görür gibiyim. İlk okumalarım sırasında ben de Aşıkpaşazâde ve Neşrî’de çok aranmış, fethedilen dördüncü hisar için bir ipucu var mı diye bakınmıştım. Aşıkpaşazâde’ye kaynaklık eden orijinal hikâyede böyle bir atlama olması zayıf bir ihtimaldir. “Fakir ihtisar ettim” deyip duruyor ya, özetleme sırasında atmış ama sonra kaynağındaki gibi dört hisardan bahsetmiş olmalıdır. Fakat tabir caizse, genelde dikkatli bir editör olan Neşrî de uyumuş görünüyor. Öte yandan İnalcık’tan yukarıda yaptığım alıntıda da var, bu dördüncü hisar, başka bir kaynak grubundan, tarihî takvimlerden öğrendiğimize göre Yenişehir’dir.
Son olarak, bu anlatıda, Osman Bey ve halkının göçebe kültürlerine, hatta Türk göçebeler ile yerleşik Rumlar arasında ne gibi bir ürün takası olduğuna dair tutarlı göndermelerde bulunulması tabii ki dikkat çekicidir. Akla hemen, “Marmara iktisadî ünitesi” gibi bir kavramı ortaya atarak Osmanlı beyliğinin oluşmasını iktisadî faktörler temelinde açıklamak isteyen merhum Mustafa Akdağ geliyor ama bu da ayrıca ele alınması gereken bir konudur.