Son iki yazımda, vakanüvis Ahmed Vâsıf Efendi’nin ammeye Nizam-ı Cedid propagandası yapmak için kaleme aldığı Hülâsatü’l-Kelâm adlı risalesinde tarihî gerçeklikleri nasıl eğip büktüğüne ve nasıl muhayyel hadiseler icat ettiğine dair bazı örnekler verdim. Vâsıf Efendi’nin amacı kendi zamanındaki kapıkulu askerlerinin ve özellikle yeniçerilerin ne kadar bozulmuş olduklarını ve askerî bakımdan hiçbir değerleri kalmadığını göstermekti.
Şehirde otuz iki çeşit esnaflık ile uğraşan bu askerler seferlere gitmiyor, gidenleriyse tüfeklerini birkaç kez boşalttıktan sonra kaçıyor, aralarındaki casusların propagandalarına kanıyormuş. Vâsıf’ın çizdiği karikatüre inanmak gerekirse bunların arasında, tüfeğine önce kurşunu sonra barutu koyanlar da varmış, belinden kılıcını çıkarırken atının kulaklarını kesen de…
Böyle bir “bozulma” hâli tabii ki işlerin bir zamanlar “düzgün” olduğunu da ima ediyor. Nitekim Vâsıf’a göre bu, “ocakları” kuran (!) Kanunî’nin zamanında böyleymiş. O zamanlar, yeniçeriler seferlerde hareket hâlindeyken parasını vermeksizin kimsenin “bir akçalık” eşyasını almaz, bir yumurtalarını bile yemez, tabii ki kimsenin ırzına saldırmazmış. Padişahlarının ve subaylarının emirlerine itaat eden, “kırkı bir kıl ile yedilir” askerlermiş, her yerde başarılı olurlarmış.
Bunun, bir zamanlar bir “altın çağ”ın var olduğuna dair idealleştirici bir söylem olduğu açıktır. Müsaadenizle konunun bu cephesine hiç girmeyeyim. Hatta varsayalım ki o zamanın ocak askerleri öyleydiler. Asıl dikkat çekmek istediğim Vâsıf’ın, bu eskinin düzenli kapıkulu askerlerini överken kullandığı dil:
“Bu veçhile muteber taife olduklarından meçhulü’n-neseb Frenk, Rum, Ermeni ve Yahudiden dönmeleri ve Çingeneleri ve sair ne idüğü belirsizleri içlerine koymadıklarından; mert oğlu mert olmalarıyla, bunlardan hırsız, edepsiz, yankesici ve sair fena töhmetle müttehem olanları içlerine koymamakla düşman-ı dini bu ocaklar askeriyle korkuturlarken, düşman-ı din bunların nizam-ı kaviyesine haset edip bir tarikle içlerine ihtilâf düşürmek için gayet hilekâr casuslar gönderip…”
Bir lâhza duralım… Esası devşirme olan kapıkulu askerleri arasında mı Frenk, Rum, Ermeni ve Yahudi dönmeleri yokmuş? Ne kadar ilginç bir geçmiş tasavvuru bu böyle. Vâsıf’ın kendi zamanındaki yeniçerileri “Türk” olarak nitelendirdiğini görmüştük. O dönemdeki ocaklarda gerek yerli gerekse yabancı gayrimüslim kökenliler herhalde çok azdı. Devşirme sisteminden çoktandır vazgeçildiği bir zamanda bu noktada bir şüphe olmamalıdır. Tuhaf olan, Vâsıf’ın bilinenden çok farklı bir tarih inşa etme faaliyetine girişmesidir.
Elimizde başka hiçbir bilgi- belge olmasa bile, şu yukarıdaki ifadelerden, 18. Yüzyılın sonları ve 19. Yüzyılın başlarında, yeniçerilerin aralarına birtakım “dönmeleri” almakla suçlandıklarını çıkarsayabilirdik. Onlar da kötü şöhretli kişiler olmakla ocakta bozucu bir işlev görüyor, kendilerini gönderen düşmanların çıkarları doğrultusunda faaliyet gösteriyor ve casusluk yapıyor, anlaşmazlık çıkarıyorlarmış. İşlerin düzenli olduğu, “dönmeler” ve ne idüğü belirsizlerin ocaklara alınmadığı dönemde, Kanunî zamanında öyle değilmiş de düşmanların müdahalesiyle böyle olmuş… Hemen söyleyeyim ki elimizde bu çıkarsamayı doğrulayan, hem de çok özel bir belge var, birazdan göreceğiz ama önce bu kapıkulu ocakları ve yeniçeriler için Vâsıf’ın çizdiği resmi biraz tartışmak istiyorum.
Vâsıf, kapıkulu ocaklarını Kanunî’ye kurdurmakla kalmıyor, ocaklardaki “dönmelerin” varlığını da “din düşmanlarının” planlı ve bilinçli faaliyetlerine atfediyor. Osmanlı devletinin resmi vakanüvisliğini yapmış, üstelik ciddî bir entelektüel olan Vâsıf’ın, Osmanlının en ayırt edici kurumlarından olan “devşirme” veya “kul sistemi” gibi bir olgudan bihaber olduğu katiyen düşünülemez. Demek ki kendi döneminde, belki de kökleri çok daha eskiye giden bir mühtedi veya dönme antipatisi vardı ki bunu, yeniçeriler için bir nakısa olarak kullanmanın belirli bir getirisi veya propaganda değeri olduğunu düşündü.
Buradan günümüz Türkiye toplumunda da ara ara alevlenen “dönmelerin”, “casusların” ve “içimizdeki kriptoların” ana oyuncuları olduğu mütenevvi komplo teorilerine bir yol var mı; gerçekten irdelenmeye değer bir sorudur. Bu bir yana dursun, kul sisteminin ve özelde yeniçeri ocağının bozulmasında dönmelere her zaman bu tür kritik roller atfedildiğini ise kesinlikle düşünmemek gerekiyor.
Tam tersine, Erken Modern Dönemin Osmanlı nasihat edebiyatında, yine bir kul sisteminin ve/ya ocakların bozulması hikâyesi anlatılır ama o kurgularda işler baş aşağıdır, ocakların kanun-ı kadiminin dikkate alınmamasının ve kul arasına Türklerin- Müslümanların girmesinin sistemi bozduğu teması işlenir. Meselâ, 17. Yüzyılın ilk yarısında yazan Koçi Bey’e göre, “millet ve mezhebi namalûm” şehir oğlanları, Türk, Çingene, Tat, Kürt, Laz, Yörük ve diğer “ecnebiler” ve katırcı, deveci, hamal, yol kesici, yankesici gibi değişik unsurlar (ecnas-ı muhtelife) yeniçeri ocağına alınmış. Böylece adetler ve kanunlar bozulmuş.
1620 dolaylarında yazılan ve Kitâb-ı Müstetâb adını taşıyan anonim nasihat-nâme de Koçi Bey’in söylediklerine çok benzer şeyler söylüyor. Dirlik ve mansıpların alınıp satılması yoluyla “[R]eaya olanlardan Etrâk ve Ekrâd ve Çingâne ve Tat ve A‘câm el-hâsıl her isteyen ilâ’l-ân varıp eğer seferlerde ve eğer Âsitanede akça ile dirliklere geçmek ile kul taifesine bu sebeb ile ecnebi karışıp herc ü merc olmuşlardır” diyor.
Yine aynı yazar, saraydaki içoğlanlarının düzeninin bozulduğundan şöyle yakınıyor:
“[İ]çoğlanları kadîmü’l-eyyâmdan devşirme veyahut sahih kul cinsi peşkeş ola gelmiştir. Şimdiki hâl ise ekseri İstanbul’un şehir oğlanları ve Türk ve Kürd ve Ermeni ve Çingâne oğlanları olup on oğlanda bir sahihçe devşirme veyahut kul cinsi yoktur (…) İmdi eğer bu makule eşhas-ı muhtelife saraya kullanmak caiz olsa idi selefde olan sâhib-i ukalâ-i devlet devşirme ve kul cinsini kanun etmezlerdi. Hemen İstanbul’dan ve sair kasabalardan buldukları eşhası alıp peşkeş diye saraya koyarlardı…”
Sözü fazla uzatmaya gerek yok. Belki 19. Yüzyılın başındaki Vâsıf ve 17.Yüzyıldakiler arasında, düşünce tarzında bir yakınlık vardı. Hepsi birtakım istenmeyen kişilerin veya etnik grupların alınmasıyla kul sisteminin bozulduğunu düşünüyor, üstelik bunları “yabancı” sayıyorlardı. Yalnız kimlerin yabancı veya ecnebi sayıldıklarında ciddî bir dönüşüm olmuş gibi görünüyor. Mesela, 17. Yüzyılda “Türkler” “ecnebi” ve bozucu bir unsur olarak görülürken, Vâsıf’ın kullanımında Türkler devreden çıkmış ve yerlerini Frenk, Rum, Ermeni ve Yahudi dönmeleri ve Çingeneler almış. Sorun, tabii ki kul sistemi veya özelde yeniçeri ocağının geçirdiği tarihsel dönüşümlere paralel bir şekilde kimlerin “ecnebi” sayıldığından çok, Vâsıf’ın, Kanunî döneminde “dönmelerin” yeniçerilerin arasına sokulmadığını iddia etmesindedir.
Yukarıda sözünü ettiğim o çok özel belgeye gelince, bu Hülâsatü’l-Kelâm’ın arşiv nüshasında, tam da Vâsıf’ın, Kanunî zamanındaki “düzenli” yeniçerilerin aralarına “dönmeleri” nasıl sokmadıklarını hikâye ettiği yerin karşısına düşülen bir derkenardır:
“Günümüzde olan şeylerden ki Moskov ve Nemçe ve İspanya’dan kaçıp güya Müslüman olanları ortalara alıp yoldaş eylediklerini cümle âlem bilir. Badehu kimi kaçar, geldiği yere gider, onun mazarratı zahirdir. Kimi dahi yerinde kalır, vakitle serkâra geçer, onun mazarratını ancak Allahü Tealâ bilir...”
Yani? Rusya, Avusturya ve İspanya’dan kaçarak Müslüman olduklarını söyleyen bazı kişileri yeniçeriler ortalarına kabul ediyormuş. Bunlardan bir süre sonra (herhalde vazifelerini tamamlayarak) geri dönenlerin verdiği zarar açıkmış. Buradaki ima sanırım, bu kişilerin casusluklarının gereğini yaptıkları, ya bilgi topladıkları veya aynı risalede sık sık söylendiği üzere yeniçeriler arasında dedikodu çıkardıkları, onları aldattıkları ve amirlerine karşı kışkırttıklarıydı. Yerlerinde kalıp (herhalde asıl kimliklerini / inançlarını gizleyerek) zamanla işin başına geçenlerin verdiği zarar ise çok daha büyükmüş!
Böyle bir ifadenin okuyanda ne gibi düşünceler uyandıracağı ancak bir tahmin konusu olabilir. Derkenarı düşen ve kim olduğu bilinmeyen kişinin ise devlet hizmetinde olan mühtedilere, özellikle de rütbesi yüksek olanlara büyük bir kuşkuyla yaklaştığını kolayca söyleyebiliriz. Bu düşünce tarzının gayet komplocu olduğunu, üstelik modern öncesi Osmanlı toplumunun bir düşünme şekli olmaktansa günümüzdeki bir tür düşünceye benzediğini, başka bir deyişle “modern” (veya modernleşen) bir anlayışın ürünü olduğunu ileri sürmek tabii ki mümkündür. Modern öncesi Osmanlı toplumunda mühtedilerin / dönmelerin/ devşirmelerin ne kadar kritik roller oynadığı düşünülünce oldukça cazip bir varsayımdır bu. Ama acele etmeyelim derim. Fikrin “tanıdık” olması modern öncesi Osmanlı toplumunda öncülleri veya benzerlerinin bulunmadığı anlamına gelmez.
Öte yandan, Vâsıf’ın ve anonim derkenarcının bu “dönme karşıtı” düşüncelerinin o dönemdeki Osmanlı toplumunda destekçileri olup olmadığını her zaman sorgulayabiliriz. Vâsıf’tan sonraki vakanüvislerden Esad Efendi’nin, Hülâsatü’l-Kelâm’daki pek çok fikrin iyi bir alıcısı olduğunu biliyoruz. Mesela, o da Üss-i Zafer’de, yeniçerilerin eski düzeninin, aralarına “kötü asıllı ve kim olduğu bilinmeyen kişilerin” (bed-asl eşhâs-ı meçhule) girişiyle bozulduğunu söylüyor. Yeniçerilerin bozuk örgütlenmesinden dolayı aralarına “namussuz casuslar” (câsus-ı bî-nâmûs) karışmış.
Üss-i Zafer’in, yeniçerilerin kaldırılmasından sonra ve henüz Rum İsyanı / Yunan Bağımsızlık Savaşı’nın nihaî sonuca ulaşmadığı bir sırada kaleme aldığı düşünülürse, bu kötü asıllı bilinmeyen kişilerin ve casusların özellikle Rumlar olarak gösterilmesi de hiç şaşırtıcı değildir. Güya halk için propaganda amacıyla yazılan bu eserinde Esad Efendi o ağdalı diliyle, “be-tahsîs girdâr u etvârları murdâr olan Rûm-ı bed-erûm taifesi ki, el-küfrü milletun vahidetun ittihadınca merkûz-ı tabî’atları olan hıyâneti icrâda mecbur” demekte. Yani kötü kökenli, işleri ve tutumları pis olan Rum tayfası, küfür tek millettir anlayışı uyarınca ve yaradılışları gereğince hıyanet işlemeye mecburmuş.
Esad’a göre Rumlar hacı ve hoca kılığına girerek yeniçerilerin akılsızlarını çeşitli şekillerde aldatıyor ve kışkırtıyormuş. Onlar da bunların casus olduğunu bilmeyerek, doğru ve yanlışı da ayırmaya akılları yetmediği için kendilerine söylenenleri aynen kabul edip, “[S]eferlerin aslı yoğimiş, garaz yeniçeriyi kırdırmak imiş (…) Vükelâ-yı devlet güya memleketleri akçe ile satarlar imiş yollu bin türlü” yalan ve dedikoduyu yayarlarmış. Ahmed Vâsıf’ın risalesinden tanıdık değil mi? Yalnız orada casuslar Rus ve başkaları idi, burada çağın ihtiyaçlarından dolayı Rum olmuş, olur o kadar.
Esad da, selefi Vâsıf gibi, yeniçerilerin eskiden mükemmel bir düzeni olduğuna ve aralarına asla “ecnebi” sokulmadığına emindir. Ona göre de eskiden ocakta çeşitli etnik/ bölgesel gruplar ve dönmeler yokmuş. Gerçi o, “dönme” yerine “döndü” diyor. “[E]ğer döndü makulesiyle iş görülmek mutasavver olaydı” eski sultanlar hiç ocakları kurmakla ve bu kadar hazine harcamakla uğraşmaz, sefer sırasında “ecnas-ı mütenevviadan” asker toplar, seferden sonra da herkes kendi işine bakarmış.
Padişah II. Mahmud’un “mühtedi / dönme” karşıtlığı ve onlara duyduğu güvensizlik sanırım her iki vakanüvisten daha keskin ve tabii ki çok daha önemliydi. Öyleydi ki yeniçerilerin yerine kurduğu Muallem Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusu için hazırlattığı kanunnamede, yeni ordu için alınacak askerlerin köylü ve sağlam vücutlu olmalarının yanı sıra “mühtedi” olmamalarını da şart koşmuştu!