Osmanlı danışarak iş yapmaya önem verirdi ama Meclis-i Şûrâ’nın çalışma şekli pek çok eleştiri almaktaydı.
''Umur-ı devletim için her zaman bu kadar meşveretler oluyor. Hiçbir maddeye karar verilemiyor. Meşveret Allah emri ve sünnet-i şeriftir. Niçin böyle oluyor, herkes meşverette söylemiyorlar, ittifak etmiyorlar. Sefer-i hümâyûnum umurlarına, vesair ibadullah işlerine, gönül birliğiyle, Allah için bildikleri kadar söyleyerek, sadakat ederek nizam verecek vakitlerdir. (…) [D]in ve devletim nizamı için şer’an, kanunen bir maslahat olup da ben anın hilâfına emir mi ettim? Yarın ahirette bunlar için Tanrı benden sormaz; zira ben size her türlü ısmarladım. (…) Sen dahi bu işbu hatt-ı şerifimi erbâb-ı meşverete kıraat edip maslahat-ı ibadullaha Allah için sadakatle çalışıp indallah siz dahi mesrur olasız ve taraf-ı şahaneme duay-ı hayr aldırasız, göreyim sizi Allah tevfikler versin, âmin.”
Kaymakam Paşa’ya ve onun aracılığıyla “erbâb-ı meşverete” yazılan bu hatt-ı hümâyûn’un sahibi III. Selimdir. Karal’ın yayımladığı bu değerli belgede meşveretlerin sadece savaş- barış kararı gibi büyük konulardaki olağanüstü toplantılardan ibaret olmadığı, seferden dolayı ortaya çıkan sorunların ve kamuya ait diğer rutin işlerin de Meclis-i Şûrâ’da ele alındığı açıkça görülüyor. Tabii ki Meclis-i Şûrâ’da, kimler oldukları önceden belirlenmiş olan ve önlerine gelen gündemle ilgili olarak düzenli toplanan “erbab-ı şûrâ” nın izlediği usûl de yine meşverettir.
Padişahın nelerden yakındığı ve beklentilerinin neler olduğu açıktır. Bazı meşveret katılımcıları toplantılarda tartışmalara katılmıyor, susmayı tercih ediyor, bildiklerini söylemiyormuş. Hâl böyle olunca da meşveretten beklenen ittifak veya gönül birliği ortaya çıkmıyormuş. İlginç bir diğer nokta ise, padişahın, erbâb-ı meşveret diye adlandırdığı kişilere bazı işleri “ısmarladığı” yani onları vekil kıldığıdır. Bunu, basitçe bir sorumluluktan kaçış olarak değil kamu işlerinin yerine getirilmesinde bir iş bölümü veya günümüzün terminolojisiyle bir kuvvetler ayrılığı uygulaması olarak görmek eğilimindeyim. Erbâb-ı Şûrâ denen grubun temel görevinin “nizam vermek” olduğunu yani tek tek her konuyu tartışıp karar vermek, bir anlamda “yasayıcılık” olduğunu söyleyebiliriz. III. Selim, grubun verimsizliğinde kendisinden kaynaklanan bir şey olmadığını hatırlatıyor ve oradan gelen düzenlemeleri onayladığını, aksine hareket etmediğini özellikle belirtmek gereğini duyuyordu.
Bu noktada hemen bir hatırlatma yapalım ve meşveret yapılan meclislerde kararın ittifak-ı ârâ yani oy birliği ile alınmasının esas olduğunu söyleyelim. Oy birliği durumuna ulaşmak için tartışmaların uzaması ise tabiatıyla kaçınılmaz olmaktaydı. Eğer, erbâb-ı şûrâ yine de birbirlerini ikna edemezse, ancak çoğunlukla aynı fikirde olmayanların susması sonucu bir oybirliği ortaya çıkabiliyordu ki Selim’in sadece tartışmaların uzamasından değil, bu suskunluklar sonucu ortaya çıkan samimiyetsiz oybirliğinden de şikâyet ettiği görülüyor.
Selim dönemindeki erbâb-ı şûrânın şeklen de olsa ittifak-ı ârâ ile pek çok kararlar aldığı ve bunların padişahın onayından geçtikten sonra yürürlüğe konulduğunu biliyoruz. Fakat padişahın yakındığı “meşverette söylememek”, geri durmak bir sorun olarak yaşamaya devam etti. Bunun bir mecliste hangi yöntemle karar alınacağı sorunu olmaktan fazlası vardı. Mecburî olarak oy birliğinin arandığı bir sistemde, muhalif olmak ve ikna olmayarak muhalif kalmak gibi seçeneklerin tanınmamış olması, o sistemde gerçekten her şeyin gönül birliğiyle yapıldığını, herkesin aynı görüşte olduğunu göstermiyordu herhalde. Dolayısıyla, padişah istediği kadar Nizam-ı Cedid ıslahatının hukukî temelini oluşturan kanunların “ittifak-ı ârâ-yı ulema ve erbâb-ı şûrâ” ile yapıldığını ilan etsin gerçek başka bir yoldaydı.
III. Selim’in kısaca Nizam-ı Cedid adı verilen ıslahatının Osmanlı yönetici sınıfı içinde bir çatlama yarattığı ve bu bölünmenin III. Selim’in tahttan indirilmesinde büyük payı olduğu malûmdur. Bu görünen bölünmeden öte, Selim’in kendi ıslahat ekibi içinde dahi ne denli bir “ittifak-ı ârâ” olduğu da sorulması gereken bir soru olarak karşımıza çıkıyor. 1807 Mayıs’ının son günlerinde patlak veren ve Kabakçı Mustafa Ayaklanması olarak bilinen ayaklanmada, III. Selim’in “erbâb-ı meşveret”inden epeycesi ayaklanmacıların elinde hayatlarını yitirirken bazılarına dokunulmaması acaba onların, kendileriyle, III. Selim’in icraatı arasına bir mesafe koymayı becerebilmiş olmasından mı kaynaklanıyordu?
Her hâlükârda, III. Selim’in imparatorluktaki meşveret kültüründen ve Meclis-i Şûrâ’nın işleyiş tarzından yakınan tek kişi olmadığını biliyoruz. Başta Mehmed Emin Behiç Efendi ve Keçecizade İzzet Molla olmak üzere, diğer ıslahatlardan önce, ilk iş olarak Meclis-i Şûrâ’nın kendisinin ıslah edilmesini savunanlar da olmuştur. Meşhur “Rusçuk Yaranı”ndan biri olan Behiç Efendi’yi şimdilik rahat bırakalım ve yazımızın kalanında İzzet Molla’nın dediklerine biraz kulak verelim diyorum.
Kendisi de erbab-ı şûrâdan olan, sivri dilliliği ve münekkitliği ile tanınan ve gerektiğinde halk için hazırlanan resmî söylemleri bile eleştiren, bu yüzden de II. Mahmud’un hışmına uğrayarak Keşan’a sürgün gönderilen İzzet Molla herhalde Meclis-i Şûrâ’yı esirgemeyecekti. Meclis-i Şûrâ üyelerinin birbirlerine karşı davranışını “müdâhane” / dalkavukluk olarak niteleyen Molla, “Bana kalırsa müşaverede düşmanâne muamele olunup taşrada dostâne muamele olunmak mukteza-yı diyanettir” dediğine göre, mecliste ciddî tartışmalar olmasından yanadır. Ama vaziyet tam aksi olduğu için, yani erbâb-ı şûrâ, içeride dalkavukluk yaptığı dışarıda ise birbirlerine karşı düşmanlık güttüğü için ister istemez her türlü dedikodu ve yalan haber ortaya çıkıyormuş.
İzzet Molla, başka bir lâyihasında, “Devlet-i Muhammediye’de” bütün işlerin “erbâb-ı şûrâya havale” olunduğunu söylemekte, buraya sadece aklından dolayı ayrıcalıklı olan adamların tayin olduğunu, rütbeye bakılmadığını ve erbâb-ı şûrânın “lâyık-ı meclis-i şûrâ” olmasının sünnet olduğunu belirtmektedir. Ne var ki İzzet Molla, yüz yıldan fazla bir süredir meşveretin şartlarından hiçbirine uyulmadığını ve Meclis-i Şûrâ’nın sadece şeklen tutulduğu kanaatindedir. Ona göre bütün düzenlemelerin başı ve esası Meclis-i Şûrâ olduğu için bunun tehlikeleri açıktır. Meşveret bozuk olursa, “nizâm-ı âlem” de bozuk olur. İlginç bir şekilde, Molla, asıl sorunun yine meclis içinden kaynaklandığını düşünüyor. Erbâb-ı Şûrâ, “Ferd-i mütemeyyiz” veya “şahs-ı mütehayyiz” dediği itibarlı, ileri gelen bir üyenin (meşhur Halet Efendi gibi) işaret ettiği yönde görüş belirtiyor veya onun zayıf görüşlerini tasdik etmek durumunda kalıyormuş. Herkes mal ve yer korkusuyla “Devlet-i Âliyye’yi hulyadan çıkarıp”, o ne derse öyle yapıyormuş. Kim “böyle değiliz” derse ̀açıkça yalan söylüyormuş çünkü doğruyu söylediği için meclisten çıkarılan ve belki sürgüne gönderilmiş kişiler varmış.
İzzet Molla, yeni baştan bir meclis-i Şûrâ atanmasını, üyelere “kelâm-ı hakkı huzûr-ı manevî-i ilahiyyede söyler gibi söylemek üzere” Hırka-ı Saadet dairesinde yemin ettirilmesini ve padişahın da, şûrânın dışında, “Şöyle denmeliydi, böyle denmeliydi’ diyenleri cezalandırmayı bizzat taahhüt etmesini öneriyor. Padişah, çıkan kararı beğenirse uygulamaya koymalı, beğenmezse yeniden görüşülmesi için meclise iade etmeliymiş. Sonuca ulaşan her karar ise şeyhülislâmdan fetvası ve erbâb-ı şûrâdan senedi alındıktan sonra yine Hırka-ı Saadet’e konulmalıymış.
İzzet Molla, Meclis-i Şûrâ’da gerçek tartışmalar olmasını, üyelerin dalkavukluğu bırakıp doğru bildiklerini söylemelerini istiyor. Bunun karşılığında yapılması gereken ise, bir kere karar verildikten sonra artık ileri geri konuşmamak. Molla’nın, diğerlerinin ve tabii daha önce III. Selim’in anlamadığı husus ise bu yakındıkları durumun Meclis-i Şûrâ’da kararların oy birliğiyle alınması yolundaki uygulamadan kaynaklanıyor olmasıydı.