Kurgusu gerektiriyorsa, sanatçı, herkesin iyi bildiği bir tarihî olguyu da değiştirebilir. Yeter ki bunu bilinçsizce yapmasın, kurgu içinde anlamlı olsun, bir yere bağlayabilsin.
Malum tarihî filmler ve diziler ilgi çekiyor. Aşikâr bir sosyal hafıza ikamesine kalkışılmadığı ve “Tarihi buralardan öğreneceksiniz” iddiası veya yönlendirmesinde bulunulmadığı sürece sorun yok. Şükür, bu tavır, özellikle bu sanat eserlerini üreten sanatçılar cenahında nadiren görülüyor.
Bu eserler hakkında “tarih tahrif ediliyor” veya tam aksi yönde, “aynıyla tarihî hakikat” gibisinden bir tartışmayı pek anlamlı bulmam. Tarihî gerçekliklerin aranacağı, araştırılacağı ve bulunacağı yerler değil ki, kurgu bu. Ne yapsın sanatçı? Eserin akışı içinde referans mı versin? Sanatçının özgürlüğü diye bir şey var. Hayal etmeyecekse, kurmayacaksa, “gerçeği” bükmeyecekse neden böyle yaratıcı düşünce gerektiren bir işe girişsin ki? Amacı ders kitabı veya belgesel hazırlamak mı? “Kurgu” olarak sunulan ve öyle kabul gören bir üründe her şey olur
Kurguyu, kurgunun kuralları içinde eleştirmek gerekir. Verdiği yanılsama duygusu güçlü mü, anlattığı hikâye sürükleyici mi, metin özenli, tutarlı, ikna edici mi türü sorular muhakkak ki sorulur ama kurgu bir eser bize iyi bir tarih çalışması sunmadı diye eleştirilmez. Ama bakın, özellikle dönem dizilerinde / filmlerinde şöyle bir sorun var: Gerçek kişiler kendi isimleriyle kahramanlarınız arasındaysa, adına tarihçilik dediğimiz başka tür bir entelektüel faaliyet sonucunda bilinen gerçek olaylara gönderme yapıyor ve onları kendi dönemlerinin maddî kültür ortamları içinde canlandırmaya çalışıyorsanız “ikna edici” olmanız gerekiyor. Gerekiyor ki kurgusal eseriniz başarılı olsun!
Haydi dilimin altındaki baklayı çıkarayım; kâğıdımı, kalemimi ve kahvemi alarak dönem dizilerinin sonuncusu olan “Mehmet. Bir Cihan Fatihi” adlı dizinin ilk bölümünü izledim. Yapanlar, doğru bir şey yapmış ve “Bu dizideki olay ve karakterler, tarihten ilham alınarak tasarlanmıştır” uyarısında bulunmuşlar. “Daha ne desinler ?” diyerek koltuğa kuruldum, izlemeye başladım. Henüz 1. 5 dakika geçmeden “Aman” diye bağırdığımı hatırlıyorum… Diyorum ki ben de diziden aldığım ilhamla notlarımdan bazılarını sizlerle paylaşayım.
II. Mehmed olduğunu söyleyen erişkin bir dış ses, çok genç bir Mehmed’in saraydaki görüntüleri eşliğinde, 12 yaşındaki ilk saltanatından önceki çocukluk hayallerini anlatıyor. Atası Osman’la Bilecik tekfurunu alt edermiş…“Ankara Savaşı’nda olsam, dedem Yıldırım’ın yanına varsam, ‘Uzun Hasan’ın ihanetine dikkat et sultanım desem isterdim!” diye devam ediyor. Bre şehzadem, “Uzun Hasan” dediğin senden sadece 7 yaş büyük… 1425 doğumlu. 1402 Ankara Savaşı’nda Güdük Hasan olarak bile meydanda yok, ne ihaneti? Hele ne gam çekersin? Biraz sabır, nasıl olsa Otlukbeli’nde çarpışacaksın Hasan’la, fırsat kaçmış değil, yine söyler, dedene yaptığı ihaneti yüzüne vurursun!
Tamam, sabırlı olalım, “Belki de bu çarpıtma bilinçlidir, ileride kurgu içinde bir yere bağlanır” diye umalım ama senaryoya tabiatüstü bir takla attırmaksızın veya “Meğerse Yıldırım’ın kendi solakları içinde “Uzun Hasan” adlı çok sevdiği biri varmış!” türü bir tevile sapmaksızın nasıl çıkılır bu işin içinden? Tam da bunu söylüyordum işte. Ne olur? Tarihî gerçeklik mi bozulur? Hayır tabii ki. Uzak ihtimal ama belki “Uzun Hasan” adını ilk kez burada duyan birilerinin nezdinde, bu tarihî şahsiyetin algısı böyle şekillenir. Ama şurası kesin ki ikna ediciliğiniz sorgulanır.
Dış ses devam ediyor, babasıyla aynı savaş meydanında olmak hayalinden, fakat bu gerçekleşince duyduğu hayal kırıklığından söz ediyor. Sonrasında dehşetli bir savaş… Zırhlı, miğferli bir Mehmed, kendisini dörtnala izleyen yeniçeri kılığındaki süvarilerle, atlısı kürklü-börklü, ok serpen yayası İspanyol miğferli bir güruha saldırır. Hadi, esasen yaya asker olan ve yaya dövüşen yeniçerilerden dolayı saldıran tarafın Osmanlı olduğunu çıkardık, peki yarısı Cengiz Han savaşçısı, yarısı İspanyol piyadesi kılıklı asker kim? Meğerse II. Kosova savaşıymış, e hâliyle de yıl 1448 oluyor. Karşıda “Macar Kralı” (biraz sabır) Hunyadi Yanoş vardır.
Mehmed’in Kosova Savaşı’nda babasıyla birlikte olduğunu söyleyen Osmanlı kaynakları var. O gün orada olan Âşıkpaşazâde; “Ve bu seferde, gazâda Sultan Murad Han oğlı Sultan Mehmed bileyidi” diyerek Mehmed’in II. Kosova’daki varlığına tanıklık ediyor. Orada bir sorun yok ama Kosova’da bulunsa da savaşa şahsen girmezse olmuyor mu?
Zafer kazanılmıştır ama 20.000’den fazla zayiat vardır. Sadrazam Çandarlı Halil Paşa ki “taşralı” (!) olmak hasebiyle olmalı, “değil” yerine “deel” diye konuşuyor, Mehmed’i aceleci bir saldırıya kalkarak tehlikeli bir durum yaratmakla suçluyor ve başta İshak Paşa olmak üzere kendi hizbinin adamları tarafından destekleniyor. Mehmed’i de başta Zağanos Paşa olmak üzere kendi adamları savunuyor. Anlıyoruz ki Mehmed’in saldırısı bu iki hizbin tartışmasının kurgusal zeminini oluşturmaktan başka bir amaç taşımamaktadır. Mehmed hemen o zafer gecesi İstanbul’un alınması hususunda babası ve Çandarlı ile tartışır. Kılıcıyla yere şehrin nasıl alınacağının planını çizerken kılıcının ucuna basan Çandarlı tarafından engellenir. İkisi arasında, sonradan Çandarlı için korkunç sonuçları olacak gerilimin bir tezahürü...
Amenna da Mehmed’in doğum tarihi de belli Kosova’nın günü de… Başrol oyuncusunun 1432 doğumlu yani 16 yaşında bir çocuğu oynamasını ve tabii ki er meydanını alt üst etmesini ne yapacağız? Tabii ki amacınız izleyiciyi mümkün olduğu kadar yabancılaştırmak, bilakis, “ikna etmemek” değilse… Sonraki sahnede, II. Murad, muhteşem bir Edirne Sarayı’nda, İngiliz Kraliçesi I. Elizabeth’e daha çok yakışacak, yerden yükseltilmiş, dört büyük ve süslü sütunun oluşturduğu cepheleri tül perdelerle kapatılmış bir yatak içinde vefat ediyor da… Manisa’daki “şehzâde sarayı” ise, maşallah Ayasofya’nın sütunları gibi sütunlarıyla Edirne kadar görkemli.
Bir de “dayesi” var Mehmed’in. Dizideki tüm kadınlar gibi pek makbul bir kılıkta. Daha önceki dizilerden 16. Yüzyıl Osmanlı kadın giyiminin “neye” benzediğini öğrenen ve o şekilde bir algı oluşturanlar varsa, durumun 15. Yüzyılda da çok farklı olmadığını görerek sevineceklerdir. İngiltere’de televizyon eleştirmenlerine ve tarihçilere, “Yahu bunlar 16. değil 18. Yüzyılın, üstelik balo kılıkları” dedirten “Tudors” dizisi ve onun yerli mukallitlerinde nasılsa burada da öyle… Hemen söylemiş olalım ki, dizimiz yurtdışı pazarlara açıldığında Avrupalılardan bile daha önce “Avrupaî” olduğumuzu ve tabii ki Ortadoğulu filan olmadığımızı layığı veçhile ispatlayacaktır bu kılıklar. Hele Halil Paşa’nın iki kızının dekolteli cicileri…
Uzatmayalım, Çandarlı, babasının vefatı haberini Mehmed’e ulaştırır. Mehmed, Delibaş adlı adamına, Edirne yolculuğu için hazırlanmasını emreder. “Delibaş” hakikaten de kendisinden daha tuhaf kılıklı adamları olan bir savaşçıdır. Demek ki Mehmed, Manisa’da “deli” denilen askerlerle kendini kuşatmıştır. Zağanos ve Şehabeddin lalalar da hazırlanır. Kaybedecek zaman yoktur. Diğer tarafta, küçükken “yaka paça” tahttan indirdikleri Mehmed’in kendilerini yaşatmayacağı korkusuyla İshak ve Halil Paşalar muztaribtir. İshak, İstanbul’da Bizanslıların elindeki Orhan Çelebi’ye de haber gönderilmesini önerir.
“Konstantiniyye” (sic) ise başka bir âlemdir. Osmanlıların muhteşem saraylarının aksine büyük oranda sur kalıntılarında ve tonozlu mahzenlerde yaşamaktadır Bizanslılar. Ancak sonlara doğru İmparator Konstantin’i bir saray içinde görürüz. “Yaş” konusundaki ikna sorunu Orhan Çelebi için yoktur. Bu “müddei” eğer, Emir Süleyman’ın, Bizans’a rehine olarak gönderdiği küçük kardeşi Kasım Çelebi’nin oğlu olan Orhan ise, babasını 1417’de kaybetmiş biri için yaşı çok aykırı değil de, o sırada hâlâ 19 yaşında olan Mehmed’le aynı yaşlarda duruyorlar, orası ne olacak? Dahası, merhum Halil İnalcık’ın tesbit ettiği gibi Orhan Çelebi, 1444’te, Mehmed’in ilk saltanatı sırasında Bizans tarafından serbest bırakılmış ve bir isyan başlatmaya çalışmışsa da 1451 yılında Edirne’de tahta çıkmak için yola çıkmış değildir.
Dizimize göre, Murad’ın ölümü sırasında Sırp Despotunun kızı olan karısı Mara Sultan ise ne hikmetse Manisa’dadır. Mehmed, analığına bir kubur ve çok gizli bir görev verir. Konstantin ise, Megadük Lukas Notaras’a kızı Eleni’yi, Orhan Çelebi’ye vermesini emreder. Eleni, elinden büyük tabaka kâğıtlar, çizimler düşmeyen bir genç kızdır. Orhan’la evlenerek mimarlık kariyerini yakmak istememektedir. Heyhat, tam su kemerinde yaşanan bir problemi çözmüşken babası kötü haberi verir ve elinden su kemeri çizimini alır. Kızını manastırlarda mimar olsun diye mi okutmuştur yani? Dikkatli bakınca, kemer çiziminin İngilizce olduğunu mesela, “height of levels, 7.40 m” yazdığını okuruz… Of… Off…
Edirne’ye ise Macar elçisi gelmiştir. Yeniçeri ağası Kurtçu Doğan henüz Murad’ın öldüğünü bilmemekte ama Macarlar bilmektedir. Elçi, Mehmed tahta çıkarsa, Murad ile yapılan tüm antlaşmaları geçersiz sayacaklarını bildirir. Ama eğer Orhan çıkarsa, “Macar kralı Yanoş dostluğumuzun ve sulh anlaşmalarının aynı şekilde devam edeceği hususunda şeref sözü” vermektedir. Gerçi Halil Paşa da “Hayırlı günler” diyerek adamı kapı dışarı etti ama ben olsam onu bile yapmazdım. Kendi kralının 5. Ladislas olduğunu bilmeyen ve Hunyadi Yanoş’u kral sanan bu süratli şuursuzu niye kabul eder ki insan…
Bu arada Mehmed, Edirne yolundadır. Bir rubu tahtası, bir usturlap ve bir pergel yardımıyla hummalı bir çalışma yapmaktadır. Hafif gidecekleri yolculukta oymalı kakmalı mobilyaları, sehpaları, bakır şamdanları da yanlarına aldıklarına göre Manisa Sarayı’nın delileri bile Eleni’nin sandığı kadar barbar değildir. Mehmed, bir suikasta uğramak üzereyken aniden toplanın emri verir. Yola düşerler. Dolunaylı bir gecede nedense “Dardanel Boğazı” dedikleri Çanakkale Boğazı’na ulaşırlar. Bizans donanması boğazı tutmuştur. Mehmed, adamı Delibaş’la ufak bir kayığa biner ve “denize” açılırlar. Bizanslılar onları gördüğünde ise bir mucize olur, ayı bulutların kapattığını sanırız ama iş daha ciddîdir. Ay tutulmuştur. Delibaş, bunun ne menem bir keramet olduğunu düşünürken Mehmed açık eder ki ay tutulmasını saniyesi saniyesine hesaplamıştır, önceden bilmektedir!
Lâf uzadı tabii… Çandarlı, Mehmed’e de Orhan’a da Edirne’nin anahtarlarının kimde olduğunu, dahası “devlet”in ne olduğunu öğretmek için harekete geçer. Kurtçu Doğan, “Sultan isteriz, cülûs isteriz, hakkımızı isteriz” sloganlarıyla yeniçeriyi ele alır. Yeniçeri beşli kolda uygun adım yürüyerek şehrin dışına çıkar, orada saf düzenine geçer. Mehmed, bir avuç delisiyle birlikte yeniçeri ile burun buruna gelir. Yeniçerilerin elleri hep kılıçlarının kabzasındadır. İstanbul’dan içinde Eleni’nin olduğu ve gece yarısında balkabağına dönüşecekmiş gibi duran tuhaf bir arabayla yola çıkan Orhan da ancak gelmiş, manzarayı görecek kadar yakındadır. Tehlikeli karşılaşmadır vesselam. Sonra saflar birden yarılır ve aralarından Halil Paşa, Mehmed’e doğru yürür. Mehmed artık herhâlde, askeri, dolayısıyla devleti kimin idare ettiğini anlayacaktır. Fakat o da ne? Başlarında Mara Ana ve birkaç atlının olduğu bir başıbozuk ordu da ağaçların arkasından çıkmaz mı? Artık Mehmed’in de bir ordusu vardır. Çandarlı ve bütün yeniçeriler padişahın önünde boyun eğerler. Meğerse Mara Ana’nın gizli görevi Evrenosoğulları, Turahanoğulları ve Mihaloğulları’nı peşine takıp getirmek değil miymiş? Ilgarla giden Mehmed, Edirne’ye henüz ulaşmışken, Mara’nın önden gidip Rumeli’ne dağılmış bu akıncı beylerini ve yaya adamlarını tam zamanında yetiştirmesi asıl keramet değil de nedir?
Tarih muhabirinizden bu kadar! Bir buçuk dakikadan sonra havlu atabilirdim ama direndim işte. Kalanını artık gelecek haftalarda kendiniz izlersiniz.