Arşiv belgeleri ve kanunnameler gibi resmî evraka bile yansıdığına bakılırsa, 19.Yüzyıl başlarının Osmanlı toplumunda dönmelere / mühtedilere olan karşıtlığın yükseldiği bir dönem olduğu düşünülebilir. Bunda herhâlde, kaldırıldığı zaman fiilî olarak kimlerden oluştuğundan bağımsız olarak, Yeniçeri Ocağı’nın aslında devşirme kullardan yani sonradan Müslüman yapılan kişilerden oluşturulmuş olmasının bıraktığı bir tarihsel tortu, bir önyargı etkili olmuştu. Şöyle de diyebiliriz: II. Mahmud, yeni ordusunda mühtedilerin olmasını istemezken yoğurdu üfleyerek yiyordu.
İslâm, diğer bir evrensel din olan Hristiyanlık gibi kurtuluş mesajının belirli bir grup içinde kalmasını değil, bütün insanlar için geçerli olmasını öngörmüştür. Başka bir deyişle, Müslüman veya Hristiyan olmak için belirli bir etnik gruba mensup olmak veya o dine inanan bir grubun mensubu olarak doğmak şartları aranmamıştır. Dine sonradan girmekle içine doğmak arasında herhangi bir fark yoktur. Teorik olarak, kimsenin, kimsenin inancını kabul etmemek veya kabul etmediğini gösterir şekilde yeni Müslüman / Hristiyan olmuş kişilere ayrımcılık uygulamak gibisinden bir tavır içinde olmaması gerekir.
Geçmiş olaylarla ilgilenen ve bir bakıma geçmişin uygulamalarının nasıl olduğunu tesbit etmeye çalışan bir disiplin olarak tarih ise, bize, sık sık uygulamaların teoriden çok farklı tecelli ettiğini hatırlatır. Meselâ, yine II. Mahmud, 1821-22’de, Yunan Bağımsızlık Savaşı’nın şiddetle sürdüğü bir zamanda, Samurkaşoğlu Kostaki isimli bir Rum ileri geleninin ihtidasına, “Bunların bu aralık kabul-i İslâm etmelerine itimad olunamaz” diyerek büyük bir şüpheyle yaklaşmıştı.
Ben de, geçen yazımda, bu dönme karşıtlığının modernleşmekte olan Osmanlının bir olgusu mu olduğunu yoksa modern öncesi dönemde de öncülleri olup olmadığını sorgulamıştım. Öyle ya, milliyetçiler önderliğinde başlatıldığına hiç şüphe olmayan bir ayaklanma sırasında Osmanlı yöneticileri de dinî düşüncenin ötesine giden bazı kaygılar geliştirmiş olabilirdi. Dolayısıyla bu yazıda bu işin peşine düşelim ve modern öncesi dönemde de dönme / mühtedi karşıtı düşünceler var mıydı diye bakalım.
Böyle bir sorgulamanın bizi, Osmanlıda devşirmelerin, kul sisteminin hatta tüm kölelik kurumunun ve kölelerin algılanış şekillerini de gözden geçirmeye sevk edeceği açıktır. Tabii ki ilintili bir konu da başta İsmail Hami Danişmend gibi bazı tarihçilerin Osmanlı toplumunda olduğunu söyledikleri “devşirme- Türk mücadelesi”dir. Tabii ki bunların hepsini bu yazıda ele alamam. Diyorum ki Osmanlıda “devşirme- Türk mücadelesi” konusunu sonraya bırakayım. Hatta sevgili üstadımız Beşir Ayvazoğlu’nun işareti üzere, aslında ihata gücü yüksek, çok kaynak tarayan ve titiz bir tarihçiliği olan Danişmend hakkında müstakil bir yazı yazma sözü vereyim ve onun meşhur devşirme takıntısının kendisinin tarihçiliğini nasıl gölgelediğini göstermeye çalışayım ama bu yazıda Osmanlının da “öncesine” gideyim. Üstelik bunu da “tarih” olarak yazılmayan kurgusal metinler üzerinden yapayım.
İki metne bakmak niyetindeyim. Birincisi Sayın Şükrü Halûk Akalın’ın tenkitli olarak yayına hazırladığı Saltuk-Nâme olup Cem Sultan’ın adamlarından Ebü’l-Hayr-ı Rûmî tarafından 1473-1480 yılları arasında çeşitli rivayetlerden derlenerek kaleme alınmıştır. 13. Yüzyılın aziz ve gazisi Sarı Saltuk’un efsanevî hikâyesidir. Diğeri ise daha eskiye giden bir metin, yine efsanevî Battal Gazi’nin romansı olan Battal-Nâme ki Ahmet Yaşar Ocak hocamızın tahmini veçhile 11. ve 13. Yüzyıllar arasında bir zamanda Türkçe olarak yazılmıştır ama mevcut yazma nüshalarının en eskisi 1436-37 yılına tarihlenmektedir. Dolayısıyla, çok daha eski kişilerin destanlarını anlatsalar ve metin olarak daha önceki geleneklere yaslansalar da her iki metne de Osmanlı döneminin metinleri olarak bakabiliriz. Üstelik benim kullanacağım Battal-Nâme edisyonu Sayın Hasan Kavruk ve Salim Duruoğlu tarafından 19.Yüzyılda basılan bir metinden yapılmıştır. Bu arada, Saltuk-Nâme’de, Saltuk’un ceddi Cafer / Battal Gazi olarak geçiyor ve Ebü’l-Hayr-ı Rûmî, Battal-Nâme’ye de göndermelerde bulunuyor.
İşte bu Saltuk-Nâme’de, Selçuklu sultanı II. Alaeddin’in nasıl olup da Rodos kâfirlerinin eline esir düştüğü ve ne yolla kurtulduğu (!) üzerine uzunca bir kıssa var. Buna göre, Sultan Alaeddin’in vezirleri, şeriata aykırı çok işler icat etmiş, rüşvetler almış, bidatler getirmiş, kanunu terk etmişler. Mal toplama derdine düştükleri için âlem fesada varmış. Halk ve reaya incinmiş. Ülkede haramiler ortaya çıkmış. Yapılan zulümden dolayı halk, sultanın kapısına yığılmış ve şikâyetçi olmuş. Sultan da gerekli araştırmayı yaptıktan sonra suçlu vezirlerini katletmiş.
Meğerse sultanın kendi hizmetlerine bakan iki kulu varmış. Aslında hilebaz, kötü huylu ve sihirbaz takımındanmışlar. Alaeddin’e sihirli yiyecekler yediriyorlarmış ama onun gözüne ve gönlüne girmeyi becermişler, çalışkan ve doğru olduklarına inandırmışlar. İki köleden büyük olanı şöyle demiş:
“Ne hâcet padişahım yabandan Türk neslinden vezir edinip onlar ucundan (yüzünden) perişân-hâtır olasız. Biz kullarına vezâret atâ ve ihsan eyle, sağ ve sol vezirin olalım. Senin Hâtır-ı şerifine muhalif bir iş etmeyelim. Zulm ve rüşvet ve cevr ü hıyânet ve bid’at olmaya.”
Öyle olmuş. Sultan, “Ey padişah! Bu oğlanlar tarikden gelmediler, cahillerdir, vezâret emrinde kâsırlardır” diyen beylerini ve ağalarını dinlememiş. Kul vezirler de üç yıl “kanun ve şer‘ üzere” gittikten sonra işi bozmuşlar. Alaeddin ise vezirlerine o kadar inanıyormuş ki, divana çıkmaz olmuş, halkın şikâyetlerini dinlemeyi bile onlara bırakmış. Sonra sağ vezir rüşvet almaya başlamış, sol vezir de ona uymuş. Padişaha yakınmaya gidenler ise çeşitli hakaretlere uğrayıp cezalandırılıyormuş. “İşlerden sultan gafil ne bilsin, onlara zulmederlerdi” diyor Ebü’l-Hayr. Ne yapıyorlarsa “padişahın emriyledir” diyormuş bu ikisi. Halk da isyan edip başka ülkelere gitmeye, başka hükümdarların reayası olmaya başlamış. Üstelik halk, her yıl “yağı olup can baştan geçip huruc edip” savaşıyormuş.
Vezirler ise hazine toplayıp kullar edinmişler. Dört- beş bin yarar adam toplamışlar. Âdet öyleymiş ki bin kuldan fazlası için bir vezir tayin olunur, padişahın beyleri arasına girermiş. Anladınız değil mi, memleket elden gidiyor… Bir gün “ulu vezir”, “kiçi”ye şöyle demiş:
“Yahu malımız çok, kulumuz çok. Zulm ü zoru ziyade ettik duymadın (işitilmeden) bu gâfil padişahı aradan götürelim. Raiyyet hod onun zulmünden usanmışlardır, sevmezler. Biz adl edelim, diyelim ben padişah olayım sen ulu vezirim ol. Padişahlık bizde kalsın.”
Yaptıkları plan da şöyle bir şey: Av bahanesiyle sultanı deniz kenarına götürecekler, orada Rodoslulara yakalatacaklar ve kendileri emaneten tahtı tutup beylik edeceklermiş. Sultanı da para vererek Rodoslulara öldürteceklermiş. Bunun pekâlâ olabilecek bir şey olduğuna okuyucusunu ikna etmek isteyen Ebü’l-Hayr, bu noktada kullardan büyüğünü, “Nitekim Mısır tahtında kul otururdu. Bunda da gâyeti kul hükm ede. Eğer ben ölürsem sen padişah olasın” diye söyleterek Memluklere bir gönderme yapıyor.
Bu köle asıllı vezirlerin inançlarına gelince, “Biz sizin dininizdeyiz” diyerek “kâfirleri” de kendilerine inandırmışlar. “Haça taptılar. Yer altında kilise düzdüler” diyor Ebü’l-Hayr. Bir de kaleleri varmış. İçine mermer “putlar” koymuşlar. “Vezir-i mürted”, “acâib ve temaşalık olsun” bahanesiyle dört adet “putu” duvarlar üzerine koyduktan sonra “kâfirlere”, “Putlarınızı tazim edip şikest ettirmedim” diye haber göndermiş. Ulema buna çok incinmiş, heykellerin kaldırılmasını istemişler ama duyan olmamış.
Neyse, plan yürümüş. Sultan Alaeddin’i ve dokuz adamını Rodoslulara yakalatmışlar. Hain vezirler de “kâfirlere yetmedik” (yetişemedik) diyerek geri dönmüş ve emaneten tahtı zapt ederek bey olmuşlar. Askerlere, “Bolay ki (ola ki, belki) padişahı malıyla kurtaravuz” diyerek sakinleştirmişler. Rodos tarafına da “Ebedî hapsedin, karşı bizden mal isten, alın iletin, âşikâre geri koyvermen. Biz size uğurlayın (gizlice) mal ve il verelim. Muradınızca olup dostluk edelim” diyorlarmış. Ebü’l-Hayr’a göre, Rodos Adası denizin yüzünü kaplamış bir çetin adaymış, “Françe’nin kilidi idi” diyor.
Burada bir lahzâ hikâyeden ayrılalım ve Ebü’l-Hayr’ın Efendisi Cem Sultan’ın, ağabeyi II. Bayezit’a karşı şansını ikinci kez denedikten sonra, kendi arzusuyla olsa da, Temmuz 1482’de Rodos’a sığındığını ve St. Jean şövalyelerinin elinde bir tür tutsak durumuna düşerek uzun sürecek olan Avrupa macerasına başladığını hatırlayalım. Şu anki bilgimize göre, Saltuk-Nâme, bu tarihten iki yıl kadar önce bitirilmiştir. Fakat romanstaki bu kıssa ile olan benzerlik de çok dikkat çekicidir. Acaba, hayalî bir Sultan Alaeddin’i Rodosluların elinde tutsak olarak gösteren bu kıssa metne sonradan mı eklenmiştir? Dahası burada bir ima varsa bu, Cem’in Rumeli’ne geçmesini engellemek için şövalyelere para vererek onu Fransa’ya götürmelerini sağlayan Bayezid ve taraftarlarını kıssadaki hangi grup yerine koymamızı sağlar? Öte yandan söz konusu benzerlik bir tesadüf de olabilir. Böyle başka benzerlikler de var, meselâ, iki kul kökenli vezirin bir kale duvarına (Konya olduğu metinden çıkarsanabilir) “putları” yani heykelleri koymaları, Pargalı/ Maktul İbrahim Paşa’nın Macaristan’dan Üç Güzeller heykelini getirip Atmeydanı’nda sergiletmesine de benziyor, velhasıl böyle düşünmenin pek bir sonu yok.
Fakat hikâyedeki Sultan Alaeddin’in bahtının Cem Sultan’a göre çok daha açık olduğu tartışılmaz. Rodos yolunda Alaeddin, başına gelenler konusunda adamlarından görüş almış ama söylenenlerin hiçbirini beğenmemiş. Nihayet, bunların içindeki yaşlı bir şeyh (demek ki o da ava çıkmış), “Padişahım sen bu belâya neden giriftar oldun bilir misin?” diyerek olan biteni olanca çıplaklığıyla anlatmış: “Gâfil ve zalim ve kâhil (tembel) olduğundan oldu ve cahil oğlanı vezir edindin. Zevâl-i saltanat şahlara ondan ola gelmiştir. Sana da oldu. Müslümanların bedduası oku nişana erip mazlumun ahı ve gözü yaşı yoluna geldi.”
Bunun üzerine Alaeddin istiğfar edip, kurtulursa o şeyhi kendisine vezir edineceğine ahdetmiş. Şeyhin bir de Hz. Süleyman’dan bir kıssa anlatarak nasihat etmesi ve kendisini azarlaması üzerine rikkat ederek ağlamış. Şeyh de fırsatı fevt etmeyerek, sultanın ceddini de çırpıştırıvermiş: “Padişah sana nasihat ederem ki, ceddin kim âl-i-Selçuk’tur- ibtidâ-i saltanat Sultan Mahmud Sebüktigin’dedir. Onun neslinden ceddinde bir Alâü’d-din dahi gelmiştir. Seninle ikidir, onun zamanında gaflet ve zulm ve hıyanet ve tamâ ve rüşvet beğler arasında çok olmuştur. Kadılar rüşvete ve hilâf-ı şer‘ bid’ate düştüler”.
Neyse ki şeyhin pratik zekâsı, Gazneliler ve Selçuklular arasında bir ayrım gözetmeyen tarih bilgisinden daha iyiymiş! Hemen Alaeddin’in elbiselerini giyinmiş. Sultana da beraber yakalanan kölelerinden birinin kılığını giydirmiş. “Sen bu kul adına ol, sultanlığını anma (…) Seni taşra gönderem, kul diye, mal getirmesine” demiş. Rodos’a gelince kalenin beyi kendisine sultan diye tanıtılan şeyhe “Hey Türk nicesin? Bize ne verirsin? Seni azat edelim” demiş. Sonrasını artık tahmin edebiliriz. Köle kılığındaki sultanın kurtuluşudur. E, ne bu hikâye bitti ne Battal Gazi’ye yer kaldı. Arkası haftaya.