İbrahim Müteferrika’yı en çok Arap harfleriyle Türkçe kitap basmasından ve biraz da askerî konulardaki reform önerilerinden dolayı biliriz…
Böyle bilmemizde tabii ki bir garabet yok. Müteferrika, matbaanın neden yararlı olduğunu Vesiletü’t- tıbâa adlı risalesinde anlatmış, III. Ahmed’ten kitap basımı için 1727’de izin almış ve matbaasının ilk kitabı olan Vankulu Lügati’ni 1729’da yayımlamıştır. Usûlü’l- Hikem fî Nizâmi’l-Ümem adlı meşhur risalesinde de Avrupa’daki Askerî Devrim’in sonucu olan gelişmeleri, kısaca “nizâm-ı cedid” diyerek Osmanlı toplumuna aktarmış ve “nizâm-ı kadîm” dediği eski askerî yöntemlerin neden artık işe yaramayacağını mufassalca açıklamıştır.
Matbaasında basılan eserlere kısa bir bakış bile bunların bir program veya çerçeve dâhilinde basıldığını, ağırlıklı olarak, dil, tarih ve coğrafya konularında Osmanlı toplumuna mümkün olduğu kadar çok bilgi vermeyi amaçladığını gösterebilir. Bu yazımda, niyetim Müteferrika külliyatının içeriğini konu edinmek değil. Bu konu ve çok daha fazlası için Orlin Sabev’in (Orhan Salih) tereke defterlerini de kullanan mükemmel çalışmasına müracaat edilebilir (Bkz. İbrahim Müteferrika ya da İlk Osmanlı Matbaa Serüveni).
Aynı şekilde İmre Karácson’ın 1910 tarihli Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası makalesinden itibaren İbrahim Müteferrika’nın kimliği üzerine bir şekilde süre gelen tartışmaya da çok kısa değineceğim. Niyazi Berkes, Karácson’un Kalvinist olarak sunduğu Müteferrika’nın aslında teslis görüşüne karşı çıkan bir Unitarian olduğunu savunmuştu ama bugün Baki Tezcan bu konuda yeterli kanıt olmadığını söylüyor. Erhan Afyoncu ve Kemal Beydilli gibi tarihçilerin katkılarıyla Müteferrika’nın Osmanlı toplumundaki hayatı ve faaliyetleri hakkındaki bilgimizin ise arttığını not edeyim ama onun orijinal kimliği doğal olarak hâlâ karanlıkta kalıyor. Müteferrika’nın ihtidasından önceki hayatı ve kimliği hakkındaki bilgilerimiz maalesef çok sınırlıdır.
Bir konuda ise oldukça şanslıyız: Müteferrika’nın siyasî görüşlerini Usûlü’l- Hikem’den etraflıca öğrenebiliyoruz. *1730’daki Patrona Halil ayaklanmasının hemen ertesinde yazılan, 1731’de Sultan I. Mahmud’a sunulan ve 1732’de de basılan bu risale onun en tanınmış eseridir ve “Basmacı” lâkabının ima ettiklerinin ötesinde, onun, matbaacı olmakla kalmayıp, Osmanlı toplumunu derinden etkileyen yazar ve düşünür yönüne de işaret etmektedir.
Ona göre, yakınlarda olan fitnenin çeşitli sebepleri varmış. İlâhî âdet, varoluşun yapısı ve insan medeniyetinin gereği olarak âlemin nizamına halel gelmiş. Fakat tarih kitaplarına başvurulursa, Allah’ın takdiriyle İslâm devletlerinde daha önce defalarca olan karışıklık ve anlaşmazlıkların; din ve devletin hükümlerinin yenilenmesine (teceddüd-i ahkâm-ı din ü devlet), saltanatın gücünün artmasına, şeriat kurallarının tahkim edilmesine, devlet ve milletin işlerinin düzenlenmesine ve tebaanın refaha erdirilmesine (tanzim-i umur-ı mülk ü millet ve terfih-i ahvâl-i raiyyet) ve peygamberin sünnetinin ihya edilmesine (ihyâ-yı sünen-i seniyye-i nebeviye) vesile olduğu görülürmüş. Kendisi de düzenin yenilenmesine dair aklına gelenleri kaleme almış. Nasıl oluyor da, Hıristiyanlar, bahtsız bir millet ve ehl-i İslâm’a göre azlık bir taife iken “bir müddetten beri âleme intişar ile nice nice memâlike istilâ” etmişler ve Osmanlı askerine karşı başarılı oluyorlarmış?
Yaygın siyaset-nâme geleneğine yaslanan Müteferrika’nın, sözü, bu noktada, Osmanlı’da saltanat değişikliğine yol açan bir ayaklanmadan, dünyadaki Hıristiyan yayılmasına ve onların Osmanlı askerine galebe çalmalarının sebeplerine getirmesi ise ustaca ve ilginçtir ve kendisinin Batı hegemonyası karşısındaki antiemperyalist kimliğine dair bir ipucudur. Müteferrika’nın daha teorik seviyedeki siyasî görüşleri üzerinde biraz daha duralım, bu konuya birazdan daha ayrıntılı olarak eğileceğiz.
Müteferrikanın siyaset felsefesi üzerine olan görüşleri, devletin veya siyasî otoritenin varlığına niye ihtiyaç olduğunu açıklarken bir yanda Thomas Hobbes’un diğer yandan da Tursun Bey ve Nasireddin Tusî’ye giden daha eski bir geleneğin görüşleriyle uyum içindedir. Buna göre, tabiatlarında “medeniyet” bulunan insanlar, toplu olarak yaşamayı ister ve her biri bir yönden diğerine muhtaç olurmuş (talib-i içtima ve her biri bir cihetle ahere muhtaç). Fakat huylarının ve inançlarının farklı olmasından dolayı bazıları diğerlerine “zor ve kuvvet sebebiyle ve mâl ü miknet hasebiyle galib” olurmuş. Dolayısıyla, insan topluluğunda çekişme ve kavgayı ortadan kaldırmak maharet isteyen bir işmiş. Yönetici olanlar, adalete rağbetleriyle her kişinin diğerine uzanan elini kısaltır, zulmetmesini engeller ve kendi hakkına razı kılarlarmış.
Fakat sorun o ki, sultanlar, krallar ve Âdemoğulları üzerinde hüküm sürenler din, mezhep, âyin ve meşrep yönlerinden birbirleriyle zıtlık ve anlaşmazlık üzere olup insanları yönetme konusundaki düşünceleri de birbirinden farklıymış. Müteferrika, bu yöneticilerin devletlerinin ve toplumlarının da birbirlerine zıtlık ve aykırılık içinde kurulduğunu söylüyor. Daha sonra ise kendi tercihinin hangisi olduğu hususunda renk vermeksizin monarşi, aristokrasi ve demokrasi ile yönetilen toplumları anlatıyor.
Velhâsıl, Müteferrika’nın insan toplulukları arasında sürekli bir çatışma hâli gördüğünü söyleyebiliriz. Bu da risalesinin büyük bölümünün neden askerlik konularına ayrıldığını açıklar niteliktedir. Dahası, Müteferrika, Batılıların dünya hâkimiyetini ele geçirmelerinin temelinde de askerlik ve askerî teknoloji ile başta coğrafya ve astronomi gibi alanlardaki bilimsel üstünlüklerini görmektedir. Sanırım artık Müteferrika’nın Batı hegemonyası hakkındaki düşüncelerine ve bu hegemonya karşısında aldığı tavra bakabiliriz.
Ona göre Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika olarak dörde ayrılan yeryüzünün “güzide” kısmı Avrupa’dır. Burası Hıristiyanlara ve onların çeşitli milletlerinin krallarına ait bir yerdir. Ayrıca, “Amerika namıyla meşhur Yeni Dünya’dan nice nice memalik” de “ol gürûh-ı mekruha vatan” olmuştur. İslâm milleti ve bahusus Osmanlı devletinin ortaya çıkmasıyla, Avrupalılar Asya’dan ellerini ayaklarını çekmişlerse de sonra yine Doğuya yol bulup, Çin, Hind ve Sind limanlarına girmişler ve pek çok yeri işgal etmişler. Doğu taraflarında çok sayıda bilinmeyen adalar bulup tasarrufları altına almış ve kuvvetlenmişler.
Müslümanlar ise Hıristiyan Avrupalıların hâlinden tamamen gafil imişler ve aldırış etmemişler. Sırf taassuptan dolayı onların krallarının haberleriyle ilgilenmemişler. Devlete suikast üzere içlerinden düşmanlık güdenlerin her birinin hâllerini, güçlerini ve sayılarını bilmek çok önemli iken gaflet olunmuş. Bu da onların azken çoğalmasına, yenilmişken galip gelmelerine, bir “iklime mahsurlar iken, âleme intişarlarına” neden olmuş. Zararlarından kaçınmak için dahi olsa devlet düzenlerinin, ülke yönetimlerinin, kanunlarının ve siyasî yöntemlerinin bilinmesine şiddetle ihtiyaç varmış.
İbrahim Müteferrika, Avrupalıların ihdas ettiği yeni askerlik düzeninin ve harp hilelerinin tam olarak bilinmesiyle İslâm ülkelerinin işgale uğramalarının engelleneceğini söylüyor ve bir uyanma çağrısı yapıyor:
“Ta ki İslâmiyan bu taife-i ehl-i nirânın (cehennemlik taifenin) ahvâlinden külliyetle gafil ve civarlarında olan adâ-yı din ve bed-hâh-ı devlet umurunda bî-vukuf ve câhil olmayıp bu hâb-ı gafletten uyanalar.”
Müteferrika’nın Avrupa yayılmacılığına karşı olan ideolojik karşıtlığının, kendisini Askerî Devrim’in sonuçlarını teşhis etmekten alıkoymadığını peşinen söyleyelim. “Tertib-i askerde resm-i cedid ve âlât ü edevât-ı harbiyyede şekl-i garib zuhuruyla” savaş sanatının yeni boyutlara taşındığını söylüyor ve “bu fenn-i garib ve resm-i acîb ve nizâm-ı cedide rağbet edenler lâ-cerem (şüphesiz) hasma galib oldular” diyor.
“Fenn-i coğrafya”nın ise onun nazarında Avrupalıların dünyaya yayılmasını açıklamak açısından çok önemli bir yeri vardır:
“Zira bu fen sebebiyle heyet-i arz ve mâ’yı (yer ve su küreyi) fehm edip her cânibe revan oldular ve ‘Yeni Dünya’yı bulup mutasarrıf oldular. Ve Hind-i Şarkî’ye (Hindistan) yol bulup, nice nice memalik-i İslâm’a ve gayrıya müstevli olup, kabza-i teshire getirdiler.”
Ona göre, “Yeni Dünya’yı keşf ve tahkik eden Kolon nâm kapudan” yani Colomb astronomi bilirmiş, gece gündüz düşüncesini “fenne” yöneltir, deniz ve kara şekillerini gösteren haritalar çizermiş. Sonunda Hıristiyan milletler ve krallara kıyamete değin unutulmayacak bir hizmet etmiş.
İlginçtir, Müteferrika, Hıristiyanlar için nasıl çoğul olarak “milletler” (milel) diyorsa Müslümanlar için de yine çoğul formu kullanıyor ve “ümmet-i hayru’l-beşer (insanlığın hayırlı ümmeti) olan milel-i İslâm”ın yaşadığı yerlerin Osmanlı ülkeleriyle sınırlı olmadığını hatırlatıyor. Uzak ülkelerde yaşayan, pek çok gruba bölünmüş olan ve çoğunlukla birbirinden habersiz olan Müslümanlar yardımlaşamıyormuş ve niceleri “tasallut-ı küffârda” çaresiz kalmış. İşte, coğrafya fenninin değer kazanmasına himmet edilirse yeryüzündeki Müslüman gruplarının birbirinden haberdar olmasına, “kuvvet-i kalblerine ve ittihâd ü ittifaklarına” vesile olunur ve bu yolla niceleri “dest-i tasallut-ı küffardan” kurtulurmuş. Öyle görünüyor ki İbrahim Müteferrika’ya çok sonraları Panislamizm veya “İttihad-ı İslâm” olarak bilinen düşünce akımının tarihinde de bir yer vermek gerekecek!
Henüz sanayi devriminin başlamadığı bir zamanda ve kolonyalizmin ikinci aşamasıyla birlikte Batının, dünyanın yüzde 85’ini kontrol eder bir duruma gelmediği bir dönemde Müteferrika’daki Batı yayılmacılığına ilişkin bu agâh olma durumu gerçekten ilginçtir. Bu onu bilinçli bir antiemperyalist yapar. “Gaflet uykusu” metaforunu kullanarak yaptığı uyanma çağrısı bilebildiğim kadarıyla türünün ilkidir ve sonraları Namık Kemal’den Süleyman Şükrü’ye kadar çoklarının dilinde aynen yankılanacaktır. Dolayısıyla, İbrahim Müteferrika’nın Usûlü’l- Hikem’deki meselesinin, Batı’nın askerlik ve bilim alanlarındaki üstünlüğünü göstererek Osmanlıyı modernleşmeye ikna etmekten ibaret olmadığı, daha doğrusu bunun kendi içinde bir amaç olmadığını görmek durumundayız. Müteferrika’nın asıl amacı Batı yayılmacılığına ve hegemonyasına karşı koymaktı. Bunun da en iyi Osmanlıyı modernleştirerek ve güçlendirerek yapılacağını düşünüyordu. Ne yazdıysa bunun için yazdı, ne bastıysa bu amaç uğruna bastı. Batının geçmişinde herkes emperyalist olmadığı için, Türkiye tarih yazımında Batılılaşmanın öncülerinden biri olarak tanınan ve tanıtılan bu kişideki Batı emperyalizmi karşıtlığında bir istihza sezmeye de gerek yoktur kanaatindeyim. Bu karşıtlıkta, henüz bir Protestan iken, ülkesi Erdel’in Katolik Habsburglar tarafından işgal edildiğini görmüş olmasının ve aynı Habsburgların, İspanya ve Yeni Dünya’daki serencamını bilmesinin acaba nasıl bir rolü vardı? Bu da başka bir sorudur.