Başlangıçlar önemlidir. 15/16 Temmuz vak’asından beri ülkece başımıza ne geldiğini anlamaya çalışıyoruz. Kamusal alanda benzeri ender görülecek yoğunlukta bir tartışma var.
etullah Gülen adı bu tartışmaların tam ortasında duruyor. Eskiden beri karşısında olanlar da, neredeyse yarım asırdır yanında bulunup yakın zamanda ondan kopanlar da konuşuyor. Hakkında yazılan binlerce yazıyı bir yana bırakalım, Türkçe ve yabancı dillerde yüzlerce kitap var. Son birkaç seneye kadar bu kitapların daha çoğunun Gülen’i olumlar nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Olumlu veya olumsuz, bunların seviyeleri de basit propaganda metinlerinden kapsamlı doktora çalışmalarına kadar değişiklik gösteriyor.
Burada bu literatürü tanıtmaya girişmek gibi bir niyetim yok. Sadece, Türkiye’de ne tür argümanlar kullanılmışsa benzerlerinin yurtdışında sürdürülen tartışmalarda da görüldüğünü belirteyim. Tabii ki Gülen’e ve örgütüne kuşkuyla bakan yabancı yayınlarda hedef ülke değişiyor, Türkiye yerine başkası konuyor. Aland D. Mizell’in 2010’da yayımlanan Tactics of Islam. Conquering America from within. Fethullah Gulen’s Missionaries Exposed (İslâm’ın Taktikleri. Amerika’yı İçeriden Fethetmek. Fethullah Gülen’in Teşhir Edilen Misyonerleri) adlı risalesinde olduğu gibi. Anlaşılan o ki bu literatür çığ gibi büyüyecek, sadece Türkiye’de değil tüm dünyada daha uzun süre bu tartışma sürecek.
“Başlangıçlar önemlidir” diye başladık, “öz sesler” de öyle… Peki, bir “öz ses” kendi başlangıcı hakkında ne zaman konuşmaya başlar? Buna cevabım basit: Belli bir yere geldiğini veya artık tüketebilecek kadar bir tarihi ürettiğini düşündüğünde. İşte, Gülen’in öz sesine en yakın metin böyle bir dönüm noktasında oluşturuldu ve yayımlandı. Lâtif Erdoğan’ın, önce 1991’de, Zaman’da tefrika edilen ve sonra 1995’te ilk baskısı yapılan Fethullah Gülen Hocaefendi. Küçük Dünyam adlı çalışması, Gülen’in ağzından birinci tekil şahısta yazılmış ve onun tarafından onaylanmış bir metin olduğu için bu kitabı layıkıyla bir öz ses, bir “ben metni”, üstelik kendi kişisel geçmişi hakkında konuşan bir hatırat olarak görebiliriz.
Bir dönüm noktasında yazıldığı ise L. Erdoğan’ın sunumundan kolaylıkla anlaşılıyor. Buna göre amaç, “tarihe ilk elden malzeme sunmak” imiş. “[R]üşeym haline gelmiş çekirdeğin dışla ilk teması” olarak nitelenen Küçük Dünyam, “Olanlar ileride olacakların işaretleri” dendiği bir aşamada hazırlanmış. L. Erdoğan’ın içinde bulunduğu örgütlenmeyi o sırada sadece bir kültürel faaliyet olarak gördüğünü ve sunduğunu da şu satırlarından anlıyoruz: “Bugün dünyanın dört bir yanına ulaşmış kültür seferberliği önümüzdeki çeyrek asırda semeresini hem de en olgun şekilde vereceğe benziyor. (…) Bu işin içtimai coğrafyası bütün dünya. Ve bu işin ruh mimarı seviyesinde günümüz temsilcisi, kendisinden önceki temsilcilerin hakkı her zaman mahfuz kalmak şartıyla Fethullah Gülen Hocaefendi. ‘Küçük Dünyam’ın bu zeminde misyonu ise, yeni oluşumun başlangıç noktasını tespit.” L. Erdoğan’ın, Sovyetlerin çöküşünden sonra hızla yurtdışına açılmanın getirdiği heyecanla, o sırada 28 yıl kadar olan kendi deneyimini de işin içine katarak Gülen’i geçmişe doğru birlikte bir yolculuk yapmaya ikna ettiği anlaşılıyor. Büyük bir dünyanın eşiğindeyken başını çevirip mazinin küçük dünyasına bir nazar fırlatmak da diyebiliriz.
Bu kitabı ilk kez, kitap halinde yayımlandığına nispeten yakın bir tarihte, sanırım 2000’lerin başında ve ikinci kez 17- 25 Aralık sürecinde okumuştum. Tefrika hâlini hiç okumadım. Her metinde olduğu gibi söyledikleri ve suskunluklarıyla çeşitli sorunlar üreten bir metindir bu. Her şeyden önce L. Erdoğan, “şimdilik yayınlanmasında fayda görülmeyen büyük bir kısım buraya alınmadı” notuyla metnin budanmış ve temizlenmiş bir metin olduğunu daha 1995’te okuyucuya bildirmişti. Ayrıca, tefrikadaki yanlışları tashih ettiği ve “yanlış anlaşıldığından dolayı yanlış yorumlara sebep olan kısımları da çıkararak eseri yeni baştan” ele aldığı bilgisini de veriyordu. Bugün ise, Şeytanın Gülen Yüzü adlı yeni çalışmasının birincil olarak bu kitaba ve 1996’da yaptığı söyleşilere dayandığını belirtiyor ve “Bu bilgilerden çok az bir bölümü tarafımızdan Küçük Dünyam adıyla yayınlanmıştı. Gerisini yayınlamaya pek ihtiyaç duyulmadı. Ancak, 17- 25 Aralık darbe girişimi olarak tarihe not düşülen olaydan sonra, her şey tersine döndü; eski bildiklerimizi de yeniden gözden geçirmemiz gerekti” diyerek Küçük Dünyam’ın Gülen’in anlattıklarının ancak bir kısmı olduğunu teyit ediyor.
Tabii ki bir metin değişik zamanlarda okunduğunda okuyucunun ilgisi farklı noktalara yöneliyor. Metin aynı kalsa bile okuyanın kendisi, onun ilgileri ve sorduğu sorular değiştiği için bu kaçınılmaz olarak böyle. Peki ya metin de değişirse? Şeytanın Gülen Yüzü’nü elime aldığımda Küçük Dünyam’da üstü kapalı aktarılan veya meskût geçilen bazı pasajların daha açık ve genişçe verildiğini gördüm. Bu da benim eski metni, L. Erdoğan’ın 7 Mayıs 2016’dan önce yayınevine teslim ettiği anlaşılan yeni çalışmasıyla eşzamanlı olarak yeniden okumamı gerektirdi. İlk iki okumamdan kalan bazı muğlâk noktalar biraz daha berraklaştı ama kaçınılmaz olarak yeni sorular da ortaya çıktı.
Bunların en önemlilerinden biri, elinde yayımlanmamış hâliyle tam metin bulunan ve herhalde orada anlatılanları ilk kez de duymayan Lâtif Erdoğan’ın nasıl olup da Gülen’in geleceğe matuf niyetlerinin değilse bile onun kişisel geçmişindeki tuhaflıkların farkında olamadığı hususudur. Aslında L. Erdoğan’ın buna bir açıklaması var: “Yeni yaşadıklarımızla, Gülen’in bana anlattıklarının satır aralarını okumaya çalıştım. Meğer Gülen, o gün de bize her şeyi anlatmış; fakat satır aralarındaki boşluklar sebebiyle biz anlatılanları anlamamız gereken gerçeklikle anlayamamışız. Bu çalışma bir bakıma bu hatanın telafisi, bu eksiğin giderilmesini de hedeflemektedir.” Zaman ve onunla gelen yeni veriler herhalde iyi bir öğreticidir. Olayların bir aktörü de olsa L. Erdoğan’ın, daha sonraki olayların ışığında eski verileri yorumlamaya çalıştığını söyleyebiliriz.
Velhasıl, Gülen’in hayatının 1971’e kadar olan erken bir dönemine ait bir anlatının kısmî ve değişik versiyonları bugün için kamunun ulaşabileceği bir durumdadır. Sayın Lâtif Erdoğan’ın bu anlatıyı tam metin olarak alakalı tüm belgeleriyle birlikte yayımlaması tarihçilere ve genel kamuya fevkalade yararlı olacaktır. Bu arada şunu da belirtmeliyim ki, L. Erdoğan’ın yeni çalışmasında; kendisinde mahfuz olan kesilmemiş metinden yaptığı alıntıları görmezden gelmek veya peşin bir hükümle reddetmek gibi bir tavır içinde olamayız. Fakat Küçük Dünyam adı verilen çalışmanın Gülen tarafından onaylanmış olması ve herhalde onu kötülemek gibi bir amaçla yazılmadığının aşikâr olması bu kitabın kaynak olarak taşıdığı yüksek değeri hâlâ korumasını sağlamaktadır.
Peki, kendini başarılı ve büyük hamleler eşiğinde gören bir teşebbüsün, kariyerinin bir noktasında, dikkatle ve en yetkili ağzının aktif işbirliği ile topluma sunduğu bu ilk metinde, bu teşebbüsün geçmişine ve dolayısıyla bugününe ışık tutacak ne var? Biz tarihçiler, bu tip kurucu metinlerde, kurucunun veya kurucuların yer yer menkıbevî özellikler de taşıyabilen bir tarihinin anlatıldığına sık sık şahit oluruz. Daha sonraki “kemâl” devirlerinde kimsenin kaydetmeye gerek bile görmeyeceği türden ufak tefek olaylar, günlük hadiseler, dostluklar ve çekişmeler, kendilerine belirli bir anlam yüklenerek anlatılır. Sonraki başarının nasıl bir safiyet ve sefalet üzerinde yükseldiğini göstermek de işin bir parçasıdır. Tek bir örnekle yetineyim, Moğolların Gizli Tarihi’nde ileride Cengiz Han olacak Temüçin adlı yetim çocuğun ve ailesinin Onon-Kerülen boylarında nasıl gelengi avlayıp hayatta kaldıkları anlatılır. Dolayısıyla, hadise büyük bir dünya imparatorluğuna dönüştüğünde Temüçin’in başarısı da ancak dünya dışı faktörlerin devreye sokulmasıyla anlaşılır bir hâle gelmektedir. Öte yandan her türlü menkıbevî veya mitik anlatım unsurlarına rağmen bu tür metinler, bir oluşumun veya hareketin orijinleri ve nasıl bir sosyal çevre içinde doğduğu hakkında tarihsel gerçeğe oldukça yakın bilgilerin de bazen yegâne kaynağıdır. Yine bir örnek verecek olursak, Bizans’ın Bithynia ucunda teşekkül etmekte olan Osmanlı’nın en erken zamanlarını anlatan kroniklerde yöneticilerin dedeler, abdallar ile teşrik-i mesai yapmasına bakarak henüz o sırada bir kent islâmını temsil edecek ulemanın oralarda yaygın olmadığı sonucuna ulaşabiliriz.
İşte benim niyetim de Küçük Dünyam’a bakarak bugün içinde bulunduğu toplumun şiddet denetimi ve kullanımı hususundaki yasal tekelini gözünü kırpmadan bozabilen bir örgütün kuruluş aşamalarındayken askerlerle olan ilişkilerine bakmak ve dolayısıyla orijinleri, kimliği ve yaşadığı dönüşümler hakkında bir şeyler söyleyebilmek. Bu arada not kabilinden ekleyeyim, böylesi çimlenme dönemlerinin, hele ortada bir dinî hareket olma iddiası varsa, bir de kendisine kutsallık atfedilen bir coğrafyası olur. Gülen’in anılarındaki ilk şaşkınlığım da bu coğrafyanın, Gülen’in doğduğu Erzurum’un Korucuk köyü olarak sunulmamasıydı. İsterseniz buradan devam edelim.