Mevlâna’nın Mesnevi’sinden gelen meşhur bir hikâye var, bilirsiniz. Hani, Arap, Acem, Türk ve Rum, dört arkadaş ortak sahip oldukları tek dirhemle üzüm alıp yemek isterler ama her biri kendi dilinde isteğini söylediği için anlaşamaz ve sonunda yumruklaşmaya başlarlar ya… Paranın neye yaradığında, üzümün ne olduğunda anlaşan ama dil farklılığından dolayı aynı şeyi istediklerinin bile bilincinde olmayan insanların cehaletidir bu. Mevlâna da orada bütün bu dilleri bilen bir bilge olmuş olsaydı o kavganın olmayacağını söyler ve böyle biri gelmediği sürece insanları çatışmalara sürükleyen ikilikler ortadan kalkmayacağı için hayıflanır.
Türkçenin Anadolu’da yazı dili oluş sürecini konuştuğumuz için, müsaadenizle bu üzüm kıssasını Mevlâna’dan değil, ama biraz değiştirerek de olsa Türkçe anlatan Âşık Paşa’dan izleyelim. Biraz düz bir okumayla bu hikâyeyi, değişik etnik gruplara mensup insanların sırf bir arada yaşamasının ortaya kendiliğinden bir çokkültürlülük veya kozmopolitliğin çıkmasına yetmeyeceğine dair bir örnek olarak okumak da mümkündür.
Selçuklu ve beylikler dünyaları arasında fizikî bir bağ olan Âşık Paşa (1272-1332), Anadolu’nun kültürel ve sosyal hayatında kritik roller oynamış bir aileye mensuptu. Dedesi, adına çıkarılan ayaklanmayla Selçuklulara zor zamanlar yaşatan Baba İlyas, oğlu ise Menâkıbü’l- Kudsiyye yazarı Elvan Çelebi’dir. Osmanlı tarihçisi Âşıkpaşazâde de, Âşık Paşa’nın torununun çocuğudur. İşte, üzüm hikâyesi, Âşık Paşa’nın 1330 yılında yazdığı ve Sayın Kemal Yavuz tarafından yayına hazırlanan Garib-nâme adlı büyük mesnevisinde yeniden anlatılmış bulunuyor.
Âşık Paşa’nın yaptığı ilk değişiklik, belki de Yavuz’un kaydettiği veçhile kendisi de Ermenice bildiği için, arkadaşlar kadrosundaki Rum’un yerine bir Ermeni koymaktır:
“Bir Arabdı bir Acem bir Türk eri
Ermeniydi ol biri yoldaşları
Birbirinün dilini bilmez-idi
Biri didüğin biri almaz-ıdı”
Tesadüfen yoldaş olan bu dörtlü yerde bir akça bulur. Yorgun argın bir büyük şehre ulaşırlar, biraz dinlendikten sonra paralarıyla yiyecek almak isterler:
“Diller ayruk illa dilek bir idi
Bir işid kim her biri ne dir idi
İlk ağaz itdi dilince ol Arab
Kâle yâ eshâbuna hâtu’l-‘ineb
Pârisî eydür be-în engûr harîm
Hôş be-hem bi’nşeste an-râ mî-horim
Ermeni eydür ceyis hağuğ küzim
Ti hağuğ cernûs bîs elük hazîm
Türkmen eydür üzüm alun yiyelüm
Bu uşak kelecileri koyalum”
İki kısa not düşeyim. Burada yazılan Ermenice epey bir sorun. Bir kelime dışında Yavuz’un okuyuşuna katılıyorum. Buradaki gibi harekelendirilen “Ermenice” yukarıdaki gibi okunabilir. Katılmadığım kelime kolay, “ceyis” diye okunan kelimenin sonu şiirde “şın” ile bitiyor. Yani çok net bir şekilde “ciş” yazıyor. Bu da Ermenice “caş” (yemek) kelimesinden geliyor olabilir. “Hağoğ guzem”, “üzüm istiyorum” demek. Kalanında ise büyük sıkıntı var. “Profesyonel yardım” aldığım hâlde ikinci mısrada üzümden başkası anlaşılmıyor. Sorun Âşık Paşa’nın Ermenicesinden mi kaynaklanıyor, yoksa müstensihler nüshadan nüshaya çoğaltırken mi bilmedikleri bu kelimeleri bozdu, bilemiyorum.
İkinci notum basit, Âşık Paşa, “Türk eri” diye başlayıp “Türkmen” ile bitirdiğine göre ikisini de aynı görüyor ve birbirinin yerine kullanıyor… Bayılıyorum Türkmen’e, hiçbirini anlamadığı bu dilleri duyunca “bu küçük sözleri bırakalım, üzüm alın yiyelim” diyor. Minyatür bir Babil Kulesi hikâyesi gibi… Anlaşamadıkları için birbirlerine giriyorlar. Başlarına toplanan ahali de ne dediklerini anlamıyor. Hikâye bu ya, demek ki şehir halkı da toptan bir beşinci dili konuşuyormuş! Sonunda herkes tarafından sevilen ve Âşık Paşa’nın “Dürlü dili virmiş-idi Hak ana / Malum idi cümle iş mutlak ana” diye tarif ettiği biri geliyor. Burası Mevlâna’ya göre daha ciddi bir fark sanırım; o kişi bir fikir olarak kalmıyor, fiilen zuhur ediyor, o tek akçayla biraz üzüm alıp sorunu çözüyor.
Sonrasında Âşık Paşa’nın bu kıssadan çıkardığı hisseler geliyor. Atlayarak alıntılıyorum:
“Pes bu gavga vü urışmak ne-y-idi
Cümle dilin bilmedüğinden-idi
Bilmeyen katındadır söz ü savaş
Her ki bildi bu işi oldı yavaş
(…)
Pes bir evdendür bu cümle mevcudât
Muhtelif düşmişdür illâ mahlûkat
Değme birinün bilüsi (bilgisi) elvân-durur (değişiktir)
Her bilüden maksud ol Sübhân-durur
Yitmiş iki milletün maksudı ol
Matlub u ma‘şûkı vü ma‘bûdı ol
Gam degül ger dilleri ayruğ-ısa
Hâl içinde eksük ü artuğ-ısa
(…)
Çün garaz birdür bire bitmek gerek
Biriküben bir yola gitmek gerek
İkilikte kim kalursa kalısar
Yarın ol Hazret’de udlu (ayıplı) olısar”
İlginç değil mi? Hem insanların değişik dilleri olmasına karşı bir hoşgörüsü var, hepsi mevcudat-mahlûkat, hepsi Hakk’ı arıyor, hem de birbirlerini anlamayan değişik dilli yoldaşların kavgalaşabileceklerini söylüyor; dil farklılığının bir toplumda sorun yaratabileceğini düşünüyor. E, her zaman da, şiirinde olduğu gibi ve aslında Âşık Paşa’nın kendisine benzeyen; dört beş dil bilen bir ulu bilge zuhur edip anlaşamayan insanların sıkıntısını gideremezdi ki! Ne yapılmalıydı acaba? Niyet birse birleşmek, toplanarak tek bir yola gitmek gerektiğini söylüyor ama “bire bitmek” ne demek, tam anladığımı söyleyemem. Dahası bunu diller bağlamında nasıl yorumlamalıyız? Anlaşmazlık olmasın diye tek bir dilde mi birleşilmeli, bunu mu söylüyor?
Söz konusu olan, Türkçe yazan ve neden Türkçe yazdığını uzun uzun bizlere açıklayan bir şair olunca şu yukarıda sorduğumuz sorulara Âşık Paşa’nın bazı cevapları olduğunu düşünmek yanlış olmaz sanırım. Türkologlar ve Türk edebiyatı tarihçileri yüzyıldır Türkçenin (Oğuzcanın) nasıl yazı dili olduğu meselesiyle uğraşıyorlar. Herhâlde Âşık Paşa’nın sözleri kadar alıntılanan sözler çok az bulunur:
“Kim alursa bu kitâbı yâdına
İre cümle ma‘ninün (mânâ, gerçek) bünyâdına
Gerçi kim söylendi bunda Türk dili
İllâ malûm oldı ma‘ni menzili
Çün bilesin cümle yol menzillerin
Yirmegil sen Türk ü Tacik dillerin
Kamu dilde varıdı zabt u usûl
Bunlara düşmişidi cümle ‘ukûl (akıllar, zihinler)
Türk diline kimsene bakmazıdı
Türklere hergiz (asla) gönül akmazıdı
Türk dahı bilmezidi ol dilleri
İnce yolı ol ulu menzilleri
Bu Garib-nâme anın geldi dile
Kim bu dil ehli dahı ma‘ni bile
Türk dilinde yani ma‘ni bulalar
Türk ü Tacik cümle yoldaş olalar
Vemâ erselna min resûlin illâ bi-lisâni kavmihi
Yol içinde birbirini yirmeye
Dile bakup ma‘niyi hor görmeye
Ta ki mahrum kalmaya Türkler dahı
Türk dilinde anlayalar ol Hakk’ı”
Daha önce defalarca yapıldığı gibi, buradan tabii ki Türkçenin yazı dili oluş süreciyle ilgili birtakım çıkarımlar yapmak mümkündür. “Dillerin hepsinde” düzen ve usul olduğu için bütün zihinlerin bunlarla meşgul olduğunu söyleyerek ima yoluyla da olsa o dillerin aksine, Türkçenin düzensiz ve usullerinin belirlenmemiş olduğunu, dolayısıyla kimsenin de Türkçeyle ilgilenmediğini söylüyor. Türkler de o düzenli dilleri ve tabii ki onlar vasıtasıyla neler anlatıldığını bilmezmiş.
Âşık Paşa’nın anlatımından öyle anlaşılıyor ki bu söyledikleri çok eski bir geçmişi anlatmıyor. Bilakis, bu sorunları aşmak için Garib-nâme’yi yazdığını söylediğine göre, bu çizdiği resmin, kendi eserini yazdığı sıralara kadar geçerli olduğunu düşünmek durumundayız. Türkler de gerçekleri bilsin, kendi dillerinde onlara ulaşılsın, Hakk’ı Türkçe olarak anlayabilsinler… Şairimiz, mısralarının arasında İbrahim suresinden alıntı yapıp, kavminin dilinden başka dille hiçbir peygamberin gönderilmediğini vurgulamak yoluyla Türkçe yazmasını kolayca açıklıyor ve meşrulaştırıyor.
Buraya kadar pek karışık bir şey yok. Sonrasında, Türkler ve Taciklerin nasıl yoldaş olup, birbirlerinin dilini yermeyecekleri hususu ise öyle değil. Yavuz, “Türk dilinde yani ma‘ni bulalar / Türk ü Tacik cümle yoldaş olalar” beytini, “Böylece Türkler ve Tacikler Türkçe ile manalara ulaşıp yoldaş olmalılar” şeklinde karşılamış. Âşık Paşa’nın “Tacik” ve hatta “Türk, Türkler” derken kafasında hangi kategoriler olduğu sorusu da aslında baki ama Farsça ve Türkçe konuşanlardan söz ettiğini varsayıyoruz. E, İranlılar da mı artık Türkçeyi kullansın, bunu mu söylüyor? Yukarıda gördüğümüz ikilikten kaçınmak ve birleşmek yolundaki sözleri dikkate alınınca olabilir, böyle de yorumlanabilir. Öte yandan, Türkler kendi dillerinde mana / gerçeğe ulaşınca, daha önce o gerçeklere ulaşmış olan Taciklerle yakınlaşacaklar, birbirlerini ve dillerini kötülemekten vazgeçecek, yoldaş olacaklardır gibi bir yorum da getirilebilir. Yoksa Tacikler veya Farsça söyleyip yazanlar da artık Türk dilinde mana bulacakları için kendi dillerini tutmak o kadar elzem olmayacak mı?
Sözü uzatmak istemiyorum ama Âşık Paşa’nın sözleri her iki şekilde de anlamaya müsait. Karışıklık galiba, “Türk dilinde yani ma‘ni bulalar” mısraındaki öznenin nerede olduğuna karar vermekle ilgili. Bir önceki, “Kim bu dil ehli dahı ma‘ni bile” dizesinde mi, yoksa bir devriklik söz konusu ve sonraki “Türk ü Tacik cümle yoldaş olalar” dizesinde mi? Birinciyi kabul edersek özne “Türkler”, ikinciyi edersek “Türkler ve Tacikler” öznedir.
Âşık Paşa’nın vurgusunun dilin kendisi üzerine olmadığını, dil ile verilen mesaj üzerine olduğunu ise daha bir kesinlikle söyleyebiliyoruz. Dili sadece inandığı gerçeklerin insanlara iletilmesinde bir araç olarak gördüğü söylediklerinden kolayca anlaşılıyor. O zaman da kendisinin niçin Türkçe yazdığı ve mesajlarını neden Türkçe vermeyi tercih ettiği bir soru olarak beliriyor. Kemal Yavuz, Garib-nâme’nin yayınına esas aldığı Süleymaniye nüshasında, başka nüshalarda Farsça olan önsözün de Türkçeye çevrilerek verildiğini belirtiyor. İşte, burada Âşık Paşa neden Türkçe yazdığına dair net bir cevap vermiştir.
Buna göre, ulema, tarikat mensupları, şeyhler ve diğer hakikat peşinde koşanlar tarafından daha önce Müslümanları “şeytan cenginden” kurtarmak ve “bid‘at ehlini” cehaletin karanlığından ilmin doğruluğuna yöneltmek amacıyla pek çok eserler yazanlar olmuş. Her biri kendi düşüncelerinin sonuçlarını ve güzel sırları çeşitli kitap ve risalelerde “Arab ve Acem diliyle” yazıp ömürlerini böyle harcamışlar. Ama sonra işler değişmiş:
“Ve şimdi şöyle bil kim bizüm zamânımızda halkun çokı idrâk-i ma‘âni niçe kim gerekdür idemez ve besâtin-i ma ‘rifetden bir gül direbilemez; ve bülbül âvâzın gülistan içinde işidemez. Zaruret iktiza itdi kim bir kitâb Türk dilince tertib ola ve birkaç lafz-ı manzum ol tertib üzre düzele. Ta nef‘i ‘âmm u hâssa irişe.”
Halkın marifet bostanlarından gül deremediği, gülistan içinde bülbül seslerini işitemediği ifadelerinden anlıyoruz ki Âşık Paşa’nın Arapça ve Farsça’yla şahsen bir sorunu yoktur ama kendi zamanında halkın çoğunun bu dillerde yazılan kitapları anlamadığını dolayısıyla Türkçe yazmanın artık bir gereklilik hâlini aldığını söylüyor. Benzer gerekçeleri daha sonra da çok işiteceğiz. Çok önemli bir nokta ise, yazdığı kitabın faydasının hem avâm sınıfına hem de seçkinlere erişeceğini söylemesidir. Görünen o ki, Selçuklu zamanında asla düşünülemeyecek bir şey olmuş, seçkinler de Türkçeden başka dil bilmez olmuşlar. Beylikler Anadolu’sunun yeni ve cesur dünyası da buydu galiba.