Büyük bir kabile konfederasyonu içinde etnik homojenlik aramamak gerekir
Bir konum belirlemesi yaparak başlayayım. Ne daha önce, ne de geçen haftaki yazımda “Osmanlılar Kayı Boyundan gelmiyor” dedim. Sadece kaynakların bir kısmının, Kayı rivayetini desteklemediğini dolayısıyla da Osmanlıların Kayı olduğu hususunda bu kadar emin olacak bir şey olmadığını söylüyorum. Tabii ki Kayı’dan başka bir boyu işaret eden o kaynakların dediğini de hemen kabul edecek bir durum yok. Dolayısıyla, Kayı rivayetini tarihî bir gerçeklik olarak kabul etmek ve sunmak yöntem açısından ne kadar sorunluysa aksini savunmak da öyledir. “Gün Han-Kayı” rivayetinin kesin bir yargı olarak sunulmasına itiraz edip de “Gök Han- dört oğlundan biri” diye özetlenecek bir diğer rivayeti hiç sorgulamaksızın bir başka kesin yargı olarak ileri süremem. Ama önce iki Oğuz rivayeti olduğunu ve bunların Köprülü’nün söylediğinin aksine birbirini tamamlayıcı değil, efsane gereği, birbiriyle çelişir durumda olduğunu tesbit etmek gerekiyor. Sonra tartışırız.
Oğuz ensâb geleneği veya kabile jeneolojisine göre bir boy Gök Han’dan gelirse Kayı olamaz dedik. Ne olacağı da İlhanlı tarihçisi Reşideddin’in Câmi’üt-tevârih’inden beri tüm kaynaklarda açık: Ya Bayandur [Bayındır], ya Beçene [Peçenek], ya Çavuldur [Çavundur, Çavdar] ya da Çepni. Gök Han soyundan geliyorsanız bunlardan biri olmak durumundasınız. İşte Ahmedi’nin ima ettiği Aşıkpaşazâde’nin ise açık açık söylediği Osmanlıların atası Gök Alp budur.
Şu boydan değil de bu boydan gelmenin siyasî-ideolojik önemine döneceğiz ama sanırım önce Oğuz efsanesini biraz irdelememiz gerekiyor. Oğuz-nâme ve Oğuz Destanı da dediğimiz bu efsane bize iki koldan ulaşmış bulunuyor. Birincisi, tam olarak ne zaman yazıldığı bilinmeyen ama içindeki Arapça-Farsça kelimelere bakılırsa İslâmî dönemde yazıya aktarıldığı anlaşılan Uygurca ve tek nüsha Oğuz-nâme’dir. Yazıcızâde’nin 1423’te bu esere yaptığı göndermeden yola çıkarak bu tarihten önce yazıldığını kolayca söyleyebiliriz.
İkinci versiyon ise Reşideddin’in 1318’deki idamından birkaç yıl önce yazdığı Câmi’üt-tevârih’in içinde bulunuyor ve Zeki Velidi Togan tarafından Türkçeye aktarılmıştır. Uygurca Oğuz-nâme çok değerlidir ama maalesef sonu eksiktir. Kaşgarlı Mahmud da 1074’te Oğuzları 22 boy olarak gösterip damgalarını veriyor fakat boylar arasındaki jeneolojik ilişkiyi vermiyor. Dolayısıyla, Oğuz Destanı’nın en gelişkin şeklini, sözlü ve yazılı kaynaklara (belki Uygurca Oğuz-nâme’ye de) dayanan Reşideddin’de görmekteyiz. Anadolu’da Yazıcızâde’ye, Orta Asya’da Ebulgâzi Bahadır Han’a kaynaklık eden rivayet budur.
İşte bu rivayete göre Oğuzların efsanevî atası Oğuz Han’ın bir eşinden “Bozoklar” denilen üç büyük oğlu (ağalar) ve diğer bir eşinden de “Üçoklar” denilen üç küçük oğlu (iniler) olmuş. Siyasî olarak üstün sayılan Bozokların en büyüğü Gün Han, diğerleri Ay Han ve Yıldız Han’dır. Üçoklar ise Gök Han, Dağ Han ve Deniz Han’dır. Her bir oğlun ise dörder tane “oğlu” vardır ki bunlar da 12’şer boylu sağ ve sol kol olmak üzere toplamda 24 Oğuz boyunu verir.
Gün [Güneş], Ay, Yıldız, Gök, Dağ ve Deniz adında “oğulları” olan bir “babanın” bu dünyada gerçekten yaşamış bir insan değil mitolojik bir karakter olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Bu aşırı simetrik kabile örgütlenmesinin kosmografik bir temele oturtulmasını da evrenin düzeninin kabilelere yansıtılması arzusu olarak görmek gerekir. Merkezinde güneşin olduğu, heliocentric bir örgütlenmedir bu. Reşideddin, bu örgütlenmenin bir insanın eseri olduğunu söylüyor. Ona göre Yengikentli Irkıl Hoca adlı akıllı bir kişi Oğuz Han döneminden sonra, onun oğlu Gün Han’a şöyle demiş:
“Siz altı oğulun, Tanrı’nın izniyle her birinizin dörder taneden yirmi dört evlâdınız var. Olabilir ki onlar sonradan birbirleriyle çekişirler. Bunun çâresi, her birinin rütbesi, mesleği, adı ve lâkabı kararlaşsın; her birinin bir nişanı ve tamgası olsun. Bununla bilinip tanınsınlar ve hiçbirinin diğeriyle bir çekişmesi olamasın. Onların evlâdının da her biri kendi yerini bilsinler. Bunu yapmak devletin devamlılığı ve uruğunuzun iyi nâm kazanmasının gereğidir.”
Gün Han’ın onaylamasıyla da 24 çocuğun her birine bir lâkap, hayvanlarına vurmaları için birer damga ve birer de ongun vermiş.
Efsane tabii ki bu… Yine de bize bir şeyler söylüyor olmalı. Meselâ, daha önceden “torunları” da içeren bir teşkilatlanmanın henüz bulunmadığını, dolayısıyla onların birbirine karşı konumlarını belirleyen lâkap, damga, ongunların henüz tasarlanmadığını anlıyoruz. Zaten Reşideddin de Oğuzların, Oğuz Han hayattayken sadece Üç Ok ve Bozok olarak ayrıldığını söylüyor.
Bu örgütsüzlük dönemi ne kadar sürmüş acaba? Yardımımıza yine Reşideddin koşuyor. Oğuz Han’ın “bin yıl ömür sürdükten sonra vefat” ettiğini söylüyor. Dedim ya efsane. Hem Oğuz’un bin yıl yaşadığını söylüyor hem de büyük oğlu ve halefi Gün Han’ın babasının ölümünden sonra 70 yaşında Han olduğunu ve 70 yıl başta kaldığını… Boş verin, etten kemikten bir insanın bin yıl yaşayabilmesini, “Oğuz” döneminde bu kabile örgütlenmesinin bulunmadığı faslı önemli. Reşideddin’in zamanında ise Oğuz kabileleri çoktan dörtlü gruplara ayrılmış. Her birinin adları, damgaları ve kutsal yırtıcı kuşlarının (ongun) yanı sıra, herkesi bir araya getiren büyük şölenlerde sunulan at etlerinin hangi parçasını kimlerin yiyeceği bile belirlenmiş. Aynı babadan gelen her dört boy için ongunun ve şölende yiyecekleri etin aynı olduğunu söyleyelim. Meselâ Gök grubu boyların, Bayındır, Beçene, Çavuldur ve Çepni’nin hepsinin kuşları sungur, yiyecekleri et “sol karı yağrın”.
Kaşgarlı Mahmud’un sadece 22 Oğuz boyu zikretmesi ve bunların da yalnızca damgalarını vererek ongun ve etlerinden bahsetmemesi çok dikkat çekicidir. Ya Mahmud’un bu örgütlenmeyi bilmediğine veya daha sonra yapıldığına işaret eder. Ben, Mahmud’un mütebahirliğini dikkate alarak, onun kendi döneminde böylesi kosmografik atalara sahip, simetrik bir boy örgütlenmesi olmuş olsaydı bunu kaçırmayacağını düşünüyorum. Haydi, dilimin altından baklayı çıkarayım, tarihî kaynaklarda Oğuz’un altı oğlunun ismiyle müsemma “ata kabileler”, mesela bir Gün veya Gök kabilesi hiç görülmediğine göre, bir aşamada boy birliğinin içindeki kabilelerin, belki de tam simetriyi sağlayacak şekilde eksikliklerinin tamamlanarak, yeniden düzenlendiğini ve kendilerine evrenden muhayyel atalar tayin edildiğini sanıyorum. Yani efsanenin anlattığının tersi, önce atalar değil, çeşitli kabileler vardı ve kendilerine böyle bir geçmiş oluşturdular. Büyük ihtimalle de bu mükemmel örgütlenme gerçek hayatta 24 boylu bir konfederasyona karşılık gelmiyordu ve sadece kâğıt üzerindeydi. Irkıl Hoca mı bilmem, boyların bir arada yaşama arzusunu vurgulamak isteyen birileri eğer simetri gerçek olsun diye kendileri resen boy oluşturmadıysa, mevcut boyları destanda 24’e tamamlayarak böyle bir düzenleme yapmıştı.
Söz uzadı ama şunu söylüyorum: Oğuz Han’dan ve oğullarından önce kabileler yani Oğuz vardı. Tabii ki öyleydi çünkü Oğuz, zaten kabileler demek. Macar Türkolog Gyula Németh, Oğuz’u kabile anlamındaki “Ok” kelimesine, şimdilerde kullanılmayan bir “z” çoğul ekinin getirilmesiyle “kabileler” olarak açıklamıştı. En fazla bilinen Oğuz Yabgu Devleti’nin formatif etkisinden dolayı kelimenin zaman içinde bizatihi etnik bir anlam kazandığı ve Orta Asya’nın batısındaki çeşitli kabilelerin ortak adı hâline geldiğini biliyoruz ama bir zamanlar, sadece “kabileler” anlamı vardı. Böyle olduğu düşünülünce birbirinden zaman ve muazzam mekân ayrılıklarıyla ayrılan her “Oğuz” oluşumunun gerekli olarak aynı gruba mensup olmayabileceğini kabul etmek durumundayız. Başka bir deyişle, kaynaklardaki “Üç Oğuz”, “Sekiz Oğuz” veya meşhur “Dokuz Oğuz” isimlerinin üçlü, sekizli ve dokuzlu kabile birliklerine denk geldiğini düşünmeliyiz. Bu da sanırım “Oğuz” kelimesinden dolayı her Oğuz grubunu tek ve aynı grup olarak düşünüp, mekân farklılıklarını açıklayamamaktan veya hayalî göçlerle açıklamaktan daha doğru bir yaklaşımdır.
Oğuz, önceleri sadece “kabile” demekse “Oğuz” deyince bir etnik ayniyetin de aranmaması gerektiği ortaya çıkar. Hele ki söz konusu olan 20 küsur kabilelik büyük bir boylar birliği, Dede Korkut’taki ifadesiyle “Kalın Oğuz” ise… Nitekim mevcut literatür, Kaşgarlı ve Reşideddin’de “Oğuz” boyları arasında sayılan Eymür ve Bayındır’ın daha önce Kimek konfederasyonuna dâhil ve Tatar-Moğol kökenli oldukları, Alka Bölük [Alka Evli] boyunun bir ihtimal Yağma veya Karluk’lara mensup bulunduğu ve bir ara Kıpçaklar tarafından tutsak alındığı ve Orta Asya’nın Keltlerle akraba Hint-Avrupalı halkı Toharların, yakın bir adla, Döğer olarak Oğuz konfederasyonuna girdikleri gibi dikkat çekici bilgiler içeriyor. Türk, Moğol ve Hint-Avrupalı olarak daha şimdiden üç ayrı etnik köken buluyor muyuz? Tabii ki aynı siyasî-sosyal birlik içinde uzun süre bir arada olmanın etkileri oldu, bugün kimse Toharca konuşmuyor ama isterseniz, Anadolu’ya gelmezden önce etnik homojenlik vardı düşüncesiyle şimdiden vedalaşalım. Bu arada, Peter Golden gibi Türkologlar, Dokuz Oğuz birliğinin Çinceye aktarılırken “Oğuz” kelimesinin korunmadığını ve “Dokuz Soyadı/Sülale” olarak çevrildiğini haber veriyorlar. Osmanlı’ya ve Yazıcızâde’ye de geleceğiz inşallah.