Turgut Özal’ın rahmetli oluşundan bu yana neredeyse 23 yıl geçti. 1983-93 arasındaki Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı dönemlerinde neler yapmıştı? Bazı başlıkları şöyle bir hatırlayalım: Ekonomide yapısal dönüşüm başlattı. Dönemin vesayet koşulları altında önemli demokratikleşme hamleleri yaptı. Hedefini bir zihniyet devrimi olarak tanımladı. Türkiye, İstanbul-Ankara Otoyolu ve 2. Köprü gibi büyük altyapı yatırımlarıyla tanıştı.
Dahası var elbet. AB’ye tam üyelik başvurusunu gerçekleştirdi. Kürt sorununu cesaretle tartışmaya açtı. Israrla başkanlık sistemini savundu. Körfez Krizi’nde aktif bir dış politika izlemeye çalıştı. Kuzey Irak’ın hamiliğine soyundu. Bulgar Türklerine sınırları açtı. İç savaş sırasında Saraybosna’ya el altından para yardımı yaptı. Ermenistan ve Yunanistan’la ilişkileri normalleştirmeye uğraştı. Çankaya’yı aktif bir siyasî makama dönüştürdü, Köşk’te halk günleri düzenledi. Liste uzayıp gider.
Bu yapıp ettiklerinin neredeyse tamamı ağır eleştirilere konu oldu. Kendisine “tonton” lakabı yakıştırılan Özal’ın ne diktatör özentiliği kaldı, ne otoriterlik çılgınlığı, ne ANAP’ın işlerine karışması.
Gelelim günümüze. Şimdi Erdoğan için, siyaset okurunun belleğine güvenerek, böyle bir liste yazmayacağım. Erdoğan döneminde yapılanları yukarıdaki başlıklarla karşılaştırmak yeterlidir. Çok daha geniş ölçekli ve etkisi çok daha yaygın işler. Özal, dönemin vesayet koşullarında ancak o kadarına güç yettirebilmişti. Erdoğan ise son 14 yılın sürekli kılık ve strateji değiştiren vesayet koşullarında bunun çok daha fazlasını başardı. Başarmayı da sürdürüyor.
Dönelim tekrar düne. Özal’ın 5. vefat yıldönümünde Yeni Şafak’ta kaleme aldığım köşe yazısında şunları söylemiştim: Rahmetli Özal’ın en büyük başarısı, ülkesi için bir şeyler yapma arzusuna (ve tabii potansiyeline de) sahip herkesin önünde bir manevra alanı açmak oldu. Yani, milletin hassasiyetleri siyasetin öncelikleri haline geldi. Bunu, rahmetli Özal’ın başardığı işlerin değerini azaltmak için değil, yaptıklarını ne kadar takdir ettiğimi belirtmek için söylüyorum. Çünkü milletin hassasiyetlerini siyasetin öncelikleri kılmak bu memleketteki en zorlu işlerden biridir.
Bugün kimilerinin akıl sır erdiremediği, kimilerinin de Erdoğan nefretiyle koyun sürüsü, yani reaya mertebesine indirgemekte beis görmediği millette işte o hassasiyetler hâlâ diridir, taptazedir. Millet yalnızca Erdoğan’ı değil, onda sembolleşmiş mücadeleyle kendini savunmaktadır. Onca yıkıcılık, hoyratlık ve hinliğe karşın, milletin hassasiyetleri ve onları siyasetin önceliği kılan Erdoğan yol almayı sürdürüyor, sürdürecek de. Ne mi diyorum? İşte, başkanlık sistemi bu kadar önemli bir meseledir, diyorum.
Bir kez daha yukarıda andığım 1998 tarihli yazımın son paragrafına dönelim: Geçenlerde (isim zikretmek gereksiz) bir köşe yazarı, başkanlık sistemi tartışmalarına değinirken ilginç bir örnek veriyordu. Başkanlık sistemine hiç de olumlu bakmayan yazar, buna karşı durmak için son derece inandırıcı bir delile sahip olduğunu söylüyor: “Ya o makama bir gün bir Turgut Özal gelip oturursa?”
Ben de yazımı şöyle bağlamıştım: “Evet, ya bir gün bir Turgut Özal gelirse?”
Bugün de aynı soru ve bu sorunun ürettiği karşıt konumlar geçerliğini koruyor. Yalnızca sorunun öznesi değişti. Şimdi Erdoğan var. 25 yıldır başkanlık sistemini savunan biri olarak adayım da favorim de bellidir. Tıpkı yıllar önce olduğu gibi. Özal’la yarım kalan iş Erdoğan’la tamama erecek inşaallah.