Bu bir devam yazısı olduğundan, önceki yazıdan kısa bir hatırlatma gerekiyor. Önceki yazımı şöyle bağlamıştım: “Türkiye’de dış politikanın ödünç cümlelerle ve kendini küçük görmeyle yapıldığı devir geride kaldı. Türkiye dış politikada konjonktürün getirdiği sorunlara panik atakla cevap verecek bir ülke değildir. Panik ataklarla siyaset değil, refleks üretilir sadece.
Sonu da teslimiyet olur. Katıksız gerçekçilik de bizi oyuna gönülsüzce katılmaktan çıkarır, gönüllü kılar. Adaleti değil, avlanmayı ya da avlanmamayı biricik esas haline getirir. Oysa bizim tek teslimiyetimiz kainatın kuşatıcı ilkelerinedir.”
Yukarıdaki paragraf dahil, bir önceki yazıda kullandığım kimi tanımlar dış politika konusunda romantik bir bakış açısı taşıdığım izlenimi doğurmuş olabilir. Peşinen söyleyeyim öyleyse: Romantik değil, gerçekçiyim. Hedefleri tümden gözetir, ama gerçekçi bir yol haritası görmek isterim. Ya da tersinden: Gerçekçi olunmasını ister, ama hedeflere sadık kalınmasını önemserim. Basit bir ayrım gibi görünebilir, oysa dış politikanın ruhunu böyle ayrımlar belirler.
***
Dış politikada romantik bakış açısı ne kadar yanıltıcıysa, katıksız gerçekçilik de o kadar yanıltıcıdır. Doğru bir stratejiye sahip olmamıza rağmen, son yıllarda kimi taktik hatalar yaptık. Bu taktik hataların da dış politika gerçeklerine uymayan romantik varsayımlardan kaynaklandığı kanısındayım. Gelgelelim, bunun alternatifi katıksız gerçekçilik değildir. Türkiye bunu yapamaz. Yapmamalıdır da. Geçmişte nice fırsatı kaçırmamıza yol açan bu hastalıklı tutuma geri dönemeyiz.
Türkiye taşıdığı misyonla sadece kendi tarihi mirasının değil, İslam coğrafyasının temsilcisidir, umut ışığıdır. Hatta tanımı daha da genişletelim: Tüm bir mazlumlar coğrafyasının umut ışığıdır. Mazlumlar coğrafyası romantik bir tanım değildir. Romantik olan, bundan yola çıkarak bir hayal dünyası kurmak, ütopik bir modelleme yapmak. Bu, tam da Batı dünyasının görmek isteyeceği şey. Sonuçlarına bakıp kendi tasarımlarını dayatmaya yelteneceği şey.
Doğrusu gerçekçi olmaktır: Rakibi kendi oyununda ondan daha iyi oynayarak yenmek. Gerçekçilikten anladığım bu. Hedeflere sahip olmak ve onları sonuna kadar korumak. Beni katıksız gerçekçilikten ayıran şey bu. Mevcut dünya düzeninin, diplomasi anlayışının, uluslararası ilişkiler acımasızlığının temelini biz atmadık. Bizim gönülsüzce katıldığımız bir oyun bu. Gönüllü değil, adil olacağız. İstekli değil, kararlı olacağız. Kaypak değil, sorumluluk sahibi olacağız.
***
Nelerden sakınacağımızı da iyi bileceğiz. Örnekse, Suriye’deki durumu aşırı kaygı yüklü olarak okumak ve başka aktörlere “uyumlanma” yoluyla acil çözüm aramak. İşte buna gizli izolasyonizm diyorum. Bu, kendi kabuğuna çekilmek demektir. Eski Türkiye’nin fabrika ayarlarına dönüş çağrısıdır. Bir kez daha vurgulama gereği duyuyorum: Bu refleks bizi kaygıların tutsağı yapar, sonu da teslimiyettir. Adil, kararlı, sorumluluk sahibi bir Türkiye gözetenler bu tuzağa düşmekten sakınmalı.
Söz konusu kaygılarla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve hükümetin kimi tutumlarından rahatsız olanlara da şunu söyleyeyim: Siyasi söylemde zaman zaman “yedi düvel bize karşı” duygusu oluşuyorsa, bu psikolojik bir tutum ya da bir kaygı okuması değil. Erdoğan’ın söyleminin böyle bir kaygı barındırdığını düşünmüyorum. Siyasetin doğası basittir: Erdoğan’ın her konuşması siyasi bir mesajdır. İçinde farklı aktörlere farklı mesaj katmanları barındırır. Siyasetçi siyasi analiz yapmaz, siyaset üretir. Bir romantiklik varsa, o da siyasetçiden bir siyaset analizcisi tutumu beklemektir esasen. Siyasetçi işini yapar. Erdoğan’ın ve hükümetin yaptığı da budur.