Dış politika konusunda kabaca “Şunu yanlış yaptık, bunu yanlış yaptık” şeklinde özetleyebileceğimiz tartışmalar sürüp gidiyor. Eleştirilerin bir kısmını önemsiyorum, tartışılmasını da doğru buluyorum. Ama bir itirazla: Tartışmaların tamamı taktikler üzerinden yürüyor, Türkiye’nin dış politika stratejisinin özüne ilişkin bir şey söylemiyor. Derdimi kısaca anlatmadan önce, 26 Aralık 1997 tarihli bir Yeni Şafak yazımdan iki uzun alıntı yapacağım. O yazıda dış politikaya kısa ve yalın tanımlar getirmeye uğraşmıştım. İlk alıntı:
“Uluslararası ilişkiler dış politikanın alfabesidir. Önce bu alfabeyi okumayı öğreneceksiniz. Uluslararası planda kurulan cümleleri anlamak ancak bundan sonra mümkündür. Yine de bu cümleleri okuyabilme yeteneğine sahip olmak yeterli değildir. Çünkü bununla yetinmek, uluslararası bir aktör olma imkanından yoksun kalmak demektir.
***
Peki, bu cümlelere hangi yolla karşılık verebiliriz? Anahtar kavram ‘strateji’dir. Zaten her ülke, uluslararası ilişkiler zemininde durmaksızın çeşitli sorulara muhatap kalır ya da kimi cümleleri duymaya zorlanır. İşte bir ülke, bunlara karşı kendi cümlelerini strateji aracılığıyla kurar. Böylelikle bir kenarda durup cümleleri okumakla yetinen bir figüran olmaktan çıkarsınız. Strateji her soruyu cevaplamanızı ve daha önemlisi, bunu ödünç alınmış kelimelerle değil, kendi cümlelerinizle yapmanızı mümkün kılar.”
Gelelim av ve avcı gibi pek de sempatik olmayan kavramlar barındıran, ama bunu bir zorunluluk üzerinden tanımlayan ikinci alıntıya:
***
“Uluslararası ilişkiler ormanında hayatta kalmak öncelik taşır. Hayatta kalabilmenin yolu da iyi bir avcı olmaktır. Ama avlanabilmek için iz sürebileceğiniz patikalar gerekir. Bu patikalar ‘çıkar alanları, istihbarat, diplomasi, arşiv ve erişim’dir. Hedefleri olan, hele Türkiye gibi tarihi misyon taşıyan bir ülke, bu patikalarda yolunu temel ilkelerine ihanet etmeksizin bulmak durumundadır.
İyi bir avcı olmanın onuru ancak bu yolla korunabilir. Bir Kızılderili bilgesi ‘iyi bir avcı olmanın yolu,’ diyor ‘avının sıradan alışkanlıklarını bilmektir.’ Strateji ve hedefler bize bu alışkanlıkları saptama yeteneğini kazandırır. ‘Ama,’ diye ekliyor aynı bilge, ‘bir avcı olabilmesi için insanın, her şeyle yetkin bir uyum içinde olması gerek, yoksa anlamsız bir külfet olurdu avcılık.’
***
Her ülkenin aynı anda av ve avcı olmaya zorlandığı uluslararası ilişkilerde, mümkün olduğunca az haksızlık işlemenin yolu buradan geçiyor. Hedefleri ve stratejisiyle temel değerlerine, kainatın kuşatıcı ilkelerine ihanet etmeyen bir ülke, avcılığı ‘anlamsız bir külfet’ olmaktan çıkarabilir ve ‘iyi bir avcı olmanın ne demeye geldiğini’ herkese anlatabilir. Gönülsüzce katıldığımız bir oyundaki tek temennimiz bu.”
Şimdi kısaca anlatayım derdimi: Ak Parti döneminde Türkiye’nin temel değerlerine ve kainatın kuşatıcı ilkelerine uygun bir dış politika stratejisi benimsendiği kanısındayım. Taktik hatalar bu gerçeği değiştirmez. Ama bunlar üzerinden “şunu şöyle yapmalıydık, filanca aktöre ya da bölgeye şöyle uyumlanmalıydık” şeklindeki yakınmalar “gizli izolasyonizm”dir. Türkiye’nin önemli bir aktör olduğunu, tarihi misyon ve sorumluluklar taşıdığını görmezden gelmektir.
***
Türkiye kendi cümlelerini kurmak zorunda olan bir ülkeydi ta başından beri. Türkiye’de dış politikanın ödünç cümlelerle ve kendini küçük görmeyle yapıldığı devir geride kaldı. Türkiye dış politikada konjonktürün getirdiği sorunlara panik atakla cevap verecek bir ülke değildir. Panik ataklarla siyaset değil, refleks üretilir sadece. Sonu da teslimiyet olur. Katıksız gerçekçilik de bizi oyuna gönülsüzce katılmaktan çıkarır, gönüllü kılar. Adaleti değil, avlanmayı ya da avlanmamayı biricik esas haline getirir. Oysa bizim tek teslimiyetimiz kainatın kuşatıcı ilkelerinedir. Devamı salı gününe.