Bu yazıyı 27 Mayıs darbesinden söz ettiğim bir önceki yazımla birlikte okuyun lütfen. Madanoğlu ve profesörler heyeti örneğiyle. Profesörler heyetinden Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun Demokrat Partililer ve cuntacı subaylar için şu söyledikleriyle: “Şimdi eğer bunlar mahkeme edilmeyip de bırakılsalardı, ne olacaktı? O zaman hemen bir punduna getirip bu zavallıları, demokrasiyi kurmak için müdahale etmiş olanları yakalayıp haydi Divan-ı Harbe, Askeri Mahkemeye! O halde gene demokrasi kurulacak mıydı?”
O yazıda da belirttim: Darbelerin toplumdaki kutuplaşmaları besleyip derinleştiren akıldışılıklar ürettiği ve bunlarda yerleşik muhalif aydınımızın çok ciddi katkısı olduğu kanısındayım. Ülkeyi üç ay içinde seçimlere götürme niyetinde olan darbeci subayların, akademisyenlerin müdahalesi sonrasında nasıl bir yıkıcı güce dönüştüğü, Milli Birlik Komitesi’nin idamlar konusunda sonradan ortaya çıkan iştahı, idamların toplum vicdanında açtığı derin yara, işte bütün bunlar demokrasi tarihimizin hazin sayfalarında duruyor.
Onca acı deneyime karşın, darbeciliğe karşı bir ortak tutum oluşturamamış olmamız da en büyük yazıklarımızdan biri. 15 Temmuz’daki demokrasi zaferimizin görece ortak bir ruh, ortak bir bakış oluşturacağını, ayrıksı ve uç tutuma sahip kesimler dışında muhalefetin büyük bölümünü de kapsayacağını ummuştum. Olmadı ne yazık ki. Özellikle ana muhalefet partisi anlam vermekte zorlandığım bir siyasal konuma savruldu.
Kutuplaşma duygusuna dayanak oluşturan akıldışılıklar, siyasal tutumla izah edilemeyecek bir nefret ve düşmanlık, çoğu özellikle kurgulanmış yalan ve yanıltıcı haberlerin ve bunların profesyonelce dolaşıma sokulma biçimlerinin yarattığı duvar -ki bu duvar geçirgenlik ve etkileşime fena halde kapalı maalesef- beni iyimser kılmamalıydı kuşkusuz. Yine de hepimize yönelik bir tehlikenin bir duyarlık alanı ve ortak mücadele duygusu oluşturacağını sanmıştım safdilce.
Şimdilerde kimi muhalif aydınlarımızın yabancı gazetelerde yazdıkları bazı makaleleri şaşkınlık ve dehşet içinde okuyorum. O makalelerde ne FETÖ’ye yer veriliyor doğru düzgün, ne 15 Temmuz gecesindeki 250 şehide ve 2193 gaziye. Ne devletimizin ve demokrasimizin nasıl büyük bir tehdit yaşadığı anlatılıyor, ne 15 Temmuz’da milletin nasıl bir bedel ödeyerek demokrasiyi koruduğu. Sadece kapkara bir Türkiye tablosu çiziliyor. 15 Temmuz gecesi ve sonrasında yaşananlara koyu bir duyarsızlık seziliyor. 27 Mayıs’taki savruluşlarından pek farkı yok bu duyarsızlığın.
Muhalif aydının benim gibi düşünmesini bekleyecek değilim. Yanlış bulduklarını da istediği gibi eleştirir. Sorun, çizdikleri tabloyla 15 Temmuz darbe girişimi arasında neredeyse hiçbir nedensellik bağına yer vermemelerinde. 15 Temmuz’u sıradan, önemsiz ve yalıtık bir olay gibi yoksaymalarında. Milletin tutumunu, o gece nasıl büyük bir iş başardığını göz ardı etmelerinde.
Geçenlerde yazmıştım: İki ayrı gerçeklikte yaşıyor gibiyiz. İnsan sormadan edemiyor: “Yahu, yaşanan gerçeklikte ne zaman bu kadar ayrıştık biz? 150 yıl, hatta 200 yıl önce mi? Halkın çoğunluğuna yönelik bu üstenci, kibirli bakış neyin nesi?” Bir örnekle yetineyim: CHP’nin Maltepe mitingini “eğitimli kitle” mitosu üzerinden bir yüceltimin konusu yapıp 15 Temmuz’un yıldönümünde meydanlara akanları “bilisiz ve güdülen bir kitle” olarak tanımlamak çok eski ve epeyce hastalıklı bir refleksin ürünü aslında. Geçen yıl 15 Temmuz gecesi demokrasiyi ve esasen herkesin yaşam tarzını koruyan geniş toplumsal kesimlerin seçkinci kafada bir türlü karşılık bulamaması da bundan.
Bu seçilmiş kavrayışsızlık ve ona eşlik akıldışı Erdoğan düşmanlığı kimi muhalifleri nereye savurursa savursun, 15 Temmuz gecesi demokrasimiz, özgür irademiz, seçme hakkımız korundu. Bu savruluşun razı olacağı ihtimale toplum rıza göstermedi, kahramanca direndi ve demokrasi tarihimizde bir ilki gerçekleştirdi.