ABD’nin yönetim sistemini her zaman adlardan bağımsız olarak değerlendirmeyi tercih ederim. Başından beri de “Clinton mı, Trump mı?” sorusunu can alıcı bulmadım. Önemli olan, Obama’nın risk üstlenmemeye çalışarak geçirdiği son yılı geride bırakmak ve 2017 başında ABD politikalarının nasıl bir revizyona uğrayacağını görmekti. Ocak ayından itibaren bunun ipuçlarını yakalamaya başlayacağız.
Elbette ki şunu söyleyebiliriz: Clinton seçilseydi Türkiye-ABD ilişkilerinin içine sıkıştığı dar kulvarda keskin değişiklikler olmayacak, ABD politikalarının revizyonu sınırlı kalacaktı. Ya Trump’la ne olur? Kampanyası boyunca ölçüsüz bir popülizm kullanan Trump masaya oturduğu andan itibaren daha akılcı ve gerçekçi bir çizgiye yönelecektir. Türkiye için de revizyon ve müzakere açısından daha geniş bir alan açılacağı söylenebilir.
Yine de bunu ihtiyatlı bir iyimserlikle dile getirmekte fayda var. ABD’nin FETÖ’ye karşı tutumu konusunda mesafe alabiliriz. Ama asıl konu ABD’nin bölgemize yönelik politikasında düğümleniyor. ABD’nin on yıllardır sürdürmeye çalıştığı stratejik çerçeve çöktü. Soru net: ABD mevcut tabloyu sürdürmekte inat mı edecek, yoksa yeni bir stratejik yaklaşıma kapı mı aralayacak?
Sovyetler’in çöküşü sonrasında bölgede rakipsiz süper güç olarak boy gösterdi ABD. Türkiye ve İran gibi büyük aktörlerin hassasiyet ve önceliklerine pek aldırmadan kendi imar planını uygulamaya girişti. Körfez Krizi Harekatı ve ardından da Irak’ın işgali esnasında bu planını, tabir caizse, hoyratça ve kontrolsüzce uyguladı. Vardığı yerin ne olduğu, bölgenin ne hale geldiği ortada.
Bölgenin tarihsel, siyasal, toplumsal şartlarını derinlemesine kavrayamayan, kalıcı çözüm dinamikleri üretemeyen yüzeysel bir pragmatizme sıkışıp kaldı ABD. Obama döneminde askeri riski azaltmaya, alan boşaltmaya ve boşalan alanı mikro güç odaklarıyla doldurarak yönetmeye odaklandı esasen. Gelgelelim, Suriye iç savaşıyla birlikte Rusya’nın bölgeye dönüşü işleri karıştırdı.
ABD’nin mikro güç odakları arasında bir dehşet dengesi oluşturarak sürdürmeye çalıştığı strateji delik deşik oldu. Tasarım ürünü DAEŞ denetlenemez bir noktaya savruldu. ABD’nin boşalttığı alanları kimi aktörler, İran örneğinde gördüğümüz gibi, öngörülemez şekilde doldurdu. ABD bu duruma da geçici çözümler üretmeye çalıştı sadece. Rusya’yla ilişkileri az çok ortak bir zeminde buluşturacak ortamı da oluşturamadı.
Bu strateji Türkiye özelinde iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı. 15 Temmuz hain darbe girişimi sonrasında Türkiye yeni bir inisiyatif geliştirdi. Kendi oyun planını oluşturdu. Hassasiyet, öncelik ve taleplerini daha da belirginleştirdi. Bugün Türkiye’nin kendi konumunu kimseye izah etmesini gerektirmeyecek, net bir tablo var ortada.
Mesele ABD’nin Türkiye’nin bu konumuna ne kadar yaklaşacağıdır artık. Bunun özü de şu soruda saklı: ABD çatışma ve kargaşa dinamiğini besleyen, çözüm üretemeyen, mikro güç odaklarının ağzına bir karış bal çalan, ama sonuçta hiçbirinin kazanamayacağı dehşet dengesini terk edecek mi? Kalıcı ve kapsayıcı bir çözümü hedefleyen yeni bir stratejik yaklaşıma yönelecek mi?
Adaletsizlik, kan ve gözyaşı. Mikro hevesler peşinde koşan, ateşi harlayan, herkesin manivela gibi kullandığı terör örgütleri. Bu tablo bugünden yarına ortadan kaldırılamaz elbet, ama artık bir ortak zemin arayışının zamanı geldi de geçiyor. Türkiye’nin meseleye dahil oluşu sadece kendi güvenliği ile ilgili değildir, adalet ve vicdan gözeten dış politika anlayışının da gereğidir.
Türkiye’nin büyük bir ülke olduğu gerçeğini bir an olsun göz ardı etmemeliyiz. Haklıyız, tutarlı bir bakışa sahibiz, ne istediğimizi gayet iyi biliyor ve gayet açık bir dille anlatıyoruz. ABD buna kulak vermeyi başarırsa bölgemiz için de umut ışığı belirecek.