Bir süredir bazı konu başlıklarını özenle anlatmaya çalışıyorum. Özellikle de muhalif bakış açısıyla 14 Temmuz günü doğru bildiklerini bugün de aynı şekilde okumaya ve yapmaya çalışanlara. Kolay da olmuyor. 15 Temmuz gecesi yaşadıklarımızın ağırlığı, aralarında yakın dostum Erol Olçok’la yağız oğlu Abdullah’ın da bulunduğu şehitlerimizin acısı bir nebze azalmış değil yüreğimde. Umut, şevk, heyecan gibi duygular pek yanımdan geçmiyor. Yine de temkinli bir ruh haliyle, serinkanlı bir bakışla olup bitenleri izlemeye ve kendimce yorumlamaya çalışıyorum.
15 Temmuz’da savuşturduğumuz belanın her şeyi nasıl ters yüz ettiğini görmemekte diretenlere de akıl erdirmekte zorlanıyorum. 15 Temmuz öncesindeki ideolojik pozisyonların konforuna dönmenin nasıl bu kadar çabuk olduğunu anlamaya uğraşıyorum. Ya 15 Temmuz’un ciddiyetini ve vahametini çözememişler. Ya da bu, yaşananları yoksaymak yönünde psikolojik bir savunma mekanizması.
İkinci seçenek doğruysa bir an önce bundan sıyrılmalarını öneririm. Çünkü hem ciddi bir mücadele yürütmek, hem de demokrasimizi daha güçlü biçimde inşa etmek durumundayız. Yok, 15 Temmuz’un ciddiyetini okumayı bile imkansız kılan bir ideolojik körleşme içindelerse de yarınımızı, ortak geleceğimizi kurmakta çok fazla katkıları olmayacak. Ben dostça uyarmış olayım yine.
CHP’nin ve Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun son dönemde savrulduğu pozisyon ise iyice şaşırtıyor beni. Devrim/Karşıdevrim’den esinlenmiş “darbe/karşı-darbe” retoriği kimi uç kavrayışlara cazip gelebilir ama toplumsal bir karşılığı olmadığını görmeleri gerekir. 14 Temmuz’a özgü Erdoğan karşıtlığını aynen sürdürmek, hesapta Erdoğan ve AK Parti’yi birbirinden ayrıştırıcı bir çizgi izlemek ise stratejik bir yanlış, beyhude bir çaba.
Bugün sadece FETÖ’yle mücadele etmiyoruz. İşin içinde PKK/PYD ve DAEŞ de var. Bütün bunların etkilediği bölgesel sorunlarla yüz yüzeyiz. Türkiye’ye yönelik uluslararası plan ve dayatmalar aşikar. Birbiriyle çelişen ve çatışan bakış açılarının ortasında kendi milli pozisyonumuzu savunuyoruz. Yeniden yapılanma ihtiyacı içindeyiz. Teyakkuzu elden bırakmayacak günlerdeyiz. Hem iç kamuoyuna hem dışarıya verdiğimiz mesajlar son derece önemli ve değerli.
Geçen hafta, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Sevr-Lozan denklemine değindiği günün akşamında katıldığım TV programında da bunu ifade ettim: Siyasetçiler siyasi mesaj üretir ve iletir. Tarihçi, sosyolog, siyaset bilimci kimliği taşımazlar. Tarihi referansları da güncel politik sorunlara dikkat çekmek için kullanırlar. Erdoğan da 15 Temmuz’da bize dayatılmak istenen şeyin Sevr koşulları olduğunu, bu tehdit üzerinden belli pozisyonlara yönlendirilemeyeceğimizi, teslimiyetçi bir çizgi izlemeyeceğimizi vurguluyor. Hem diplomatik okumalara hem iç kamuoyuna dönük bir siyasi mesaj bu.
Toplumun büyük kesimi de bunu böyle okumuştur. Çoğu insanın “Şimdi Erdoğan neden bir tarih tartışması başlattı?” dediğini sanmıyorum. CHP’nin bunu bir tarih tartışması olarak okumasını, gündemle ilişkisiz bir “resmi tarih dersi” vermeye kalkmasını, mesajı bir ideolojik konsolidasyon fırsatı olarak görmesini çok garip buldum açıkçası.
İçinde bulunduğumuz meselelerin ciddiyetini kavramak durumundayız. Dış politikayı bir iç konsolidasyon aracı olarak görmemeliyiz. Toplumsal hafızanın demokratik birikimini ve milli meselelere tepkisini iyi anlamalıyız. CHP ve HDP’ye oy vermiş pek çok seçmenin bile bu siyasi mesajı okuyabildiği yerde, muhalefetin siyaseten aktif kesimlerinin bunu kavrayamaması ülke gündeminden kopmuşlukla açıklanabilir ancak.
14 Temmuz’daki pozisyonların cazibesini ve konforunu anlayabiliyorum. Gelgelelim içinde bulunduğumuz koşulları bir siyasi körleşmeye teslim etmenin; daha beteri, bunu bir siyasi hinliğe çevirmenin sandıkta bir karşılığı olmayacak.