Yücel Çakmaklı. Milli Sinema’nın mimar ve mühendisi. Amerikan, Avrupa ve Hint sinemalarının etkisindeki Yeşilçam’a bu ülkenin ruh iklimini taşıyan öncü yönetmen. Yeşilçam’da bir Alperen…
50 yıl boyunca inanılmaz bir aşk ve şevkle, olağanüstü bir enerjiyle, durmadan duraklamadan Milli Sinema davasına hizmet etti, bu davaya mevzi üstüne mevzi kazandırdı. Önce Milli Sinema’ya ilişkin teorik çalışmalarıyla, sonra teorisini pratiğe döktüğü filmleriyle bir yol açtı. Bu yolda en çok ve en güzel o yürüdü.
“Birleşen Yollar”dan “Memleketim”e, “Bir Adam Yaratmak”tan “Küçük Ağa”ya, “Hacı Arif Bey”den “Kuruluş”a, “Minyeli Abdullah”tan “Kanayan Yara Bosna”ya kadar, hangi filmine bakarsanız bakın, bu ülkeyi bu ülke yapan değerlerin ihyası yolunda bir kilometre taşı görürsünüz.
Yolun başına dönelim…
***
Ahir ömründeki bir sohbetimizde Yücel Abi’nin kendisinden dinlemiştik:
“Ben 1937 yılında Afyon’da doğdum. Babam Afyon’da adliyede başkatipti. Ben ilkokula yeni başlamıştım. Yedi yaşındaydım. Babam çok hızlı gelişen bir hastalık sonucu, menenjit hastalığı, daha teşhis meşhis konulup Ankara’ya nakledilinceye kadar vefat etti. Onun için biz dört kardeş, en büyükleri ben, benden küçüklerim var işte boy boy, beş yaşında, üç yaşında, en küçüğümüz de daha kırk günlüktü, biz dört kardeş yetim kaldık. Ve dolayısıyla biz ailede, amcalarım, dayılarım, başta babaannem, anneannem, dedelerim falan böyle paylaşıldık, o şekilde büyüdük yani. Beni dedeme verdiler. Dedem köy imamıydı, köye gitmesi gerekiyordu. Ve ben Afyon’da ilkokula başladığım için, tahsilim yarım kalmasın diye Çocuk Esirgeme Kurumu’na beni yazdırdılar…”
“Yaz aylarında devamlı dedemlere giderdim. Dedemin ramazan aylarındaki vaazları beni çok etkiledi. Dedem çok yaşlı olduğu için ben müezzinlik de yapardım ve dolayısıyla beş vakit ezanları ben okurdum dedemin yerine, minareye çıkıp inmesin diye. Dedemin bir geleneği vardı; Ramazan’da ikindi ile akşam namazı arasında, iki saat, cemaat dağılmadan onlara Kuran-ı Kerim’den kıssalar, çeşitli hikayeler anlatırdı. Böyle vaazlı nasihat ederdi. Öyle bir anlatım tekniği vardı ki o beni çok etkiledi. Dramatik bir örgü içinde anlatıyordu olayları ama kaptırıp gitmiyordu. Heyecanlı bir hikaye anlatıyor şeklinde değil de, aralarda kesintiler yaparak; orada artık ne söyleyecekse, tebliğ, telkin meselesine ağırlık veriyor, yani bir nevi o dramatik örgüyü, hikaye anlatımını bir araç olarak kullanıyordu. Yani cemaati bağlamak için. Yoksa sadece nasihat, tebliğ, telkin etse cemaat o kadar kalabalık olmazdı. Hakikaten çok büyük bir zevkle izlerlerdi. Ben de işte o tekniği kaptım dedemden. Demek ki dedim burada hikaye anlatma geleneği bir vasıta…”
“Afyon’da okuldan, derslerden arta kalan zamanlarda, hem harçlık olsun diye, hem de sinemaya olan aşkım, merakım dolayısıyla, çok film göreyim diye, sinemalarda yer göstericilik, bilet kesicilik falan gibi şeylerde oyalanırdım… Şimdi bu şekilde yetişmiş olduk. Sinemanın gücünü ben kendi üzerimde gördüm yani, ne kadar etkiyici olduğunu…”
“1955 üniversite tahsili için İstanbul’a geldim. İktisat Fakültesine gidiyorum. Fatih Medresesinde kalıyorum. Buna önayak olan da eniştem Kemal Cabıoğlu. Kemal Cabıoğlu da burada üniversite yıllarından itibaren Türk Gençlik Teşkilatı, Talebe Birliğinde falan aktif, milliyetçi, mukaddesatçı öğrencilerin liderlerinden, hala daha böyle bu tarz milli manevi değerlere bağlı. Öyle bir muhitteydi. Ve işte beni de o toplantılara da götürüyor. Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek, Milliyetçiler Derneği… Ama bir tarafta benim hayatımda sinema var şimdi tabi en önemlisi. Dedim: Bu ikisini nasıl birleştireceğiz? Dedemden gördüğüm şeyleri alayım; milli, manevi değerlere bağlı bir sinema olsun…”
“Sinemayla ilgili gazetelerde çıkan yazılar, kültür sanat edebiyat dergilerinde, eniştemin aldığı dergilerde falan... Ben böyle yavaş yavaş kültür sanat tarafına da merak sardığım için ‘yönetmen’i keşfettim. Demek ki bu işte dedim en önemli olan yönetmen. ‘Ben yönetmen olacağım enişte’ dedim. ‘Türk sinemasının milli manevi değerlerine bağlı olması için yazılar yazacağım. Ben kendim de, becerebilirsem, sinemacı olursam böyle filmler yapacağım’ dedim. Öyle bir söz verdim ben.”
***
O ne güzel bir sözdü… Ve Yücel Çakmaklı o sözünü ne güzel tuttu…
Dün, 23 Ağustos 2009’da ebedî âleme göçen Yücel Abi’nin sekizinci vefat yıldönümü idi. Bu vesile ile kendisine bir kere daha Rahmet-i Rahman dilerim.