Erciyes Üniversitesi’nde Kore Dili ve Edebiyatı okuyan kızım Ayşe, geçen şubat ayından beri değişim öğrencisi olarak Güney Kore’de bulunuyor. Amcaları sağ olsunlar, kardeşi Fatma’yı birkaç haftalığına Ayşe’nin yanına gönderdiler. Fatma, malum, yazar. (Son romanı “21. Mustafa’nın Amazon Maceraları”ndan bu köşede bahsetmiştim.) Güney Kore’de gördüklerini ve hissettiklerini yazıp, kendi internet sitesinde paylaştı. Aşağıdaki satırlar, Fatma’nın “Konuşan Ayçiçekleri ve Kore” başlıklı yazısından. Hoşunuza giderse, yazının tamamını -ve Fatma Albayrak’ın başka yazılarını- www.okuyanyazar.com ‘da okuyabilirsiniz.
***
Benim Kore’ye gelişim, ayçiçeklerinin konuştuğu döneme denk geldi. Havaalanına indiğim an kalbimden bir mesaj aldım. “Dikkat: Burada yaşayacağınız şeyler uzun süre aklınızda kalacaktır. Ona göre hazırlığınızı yapın. Sonra “Vay efendim ben bilmiyordum… Vay efendim ben ne bileyim böyle olacağını…” demeyin. Zihninizde burada geçireceğiniz güzel anılar için yer açın.” Gülümsedim ve iki bavulla dışarı çıktım. Burnum bir baharat kokusu aramadı değil, fakat çiçek gibi kokan ablamdan başka koku yoktu etrafta. “Buraya gelenler de şu baharat işini fazla abartıyor.” dedi kulaklarım. Burnum çıkıştı: “Siz kendi işinize bakın.”
Etrafa biraz göz gezdirince dudaklarım bir kahkaha patlattılar. “Bu ülke lego gibi.” Bir süre neden öyle demiş olabileceklerini düşündüm. Yumuşak hava yanaklarımı okşarken binaların sırıtışlarını izledim. Hepsi birbirleriyle uyum içindeydiler. Güneşin gözlerime doğru gelen sarı ışıkları etrafa retro bir imaj veriyordu. Gözlerim açılıp kapandılar. “Kirpikleer! Dikkat edin! Sel geliyor.”
Duygusal bir ruh haliyle adımlarımı atarken geçtiğimiz duvarlara baktım. Güzel resimler çizilmişti. İlginç olan şuydu ki, şehir resimlerden bile güzeldi. Duvardaki iki kız bana el salladı. Onlara gülümsedim ve kaldırıma takılmış bavulumu çektim.
İlk durağımız Hongdae’ydi. Her zaman taktığım kulaklıklarımı çıkarttım ve sokaktan yayılan müziğin kokusunu içime çektim. Sevdiğim şarkılar…unuttuğum şarkılar… ileride seveceğim şarkılar… ağzıma takılan şarkılar… gece zihnimde dolandığı için uyuyamadığım şarkılar… hepsi geldiğime sevindi ve reverans yaptılar.
Sokaktaki şarkılar hayatımda neler olup bittiğini anlamam için çalıyor gibiydi. Dizi içerisinde yaşıyormuşçasına dolandım etrafta. Eddy Kim’den You’re So Beautiful şarkısı beni dürttü. “Şey şu an hoplayıp zıplayıp sırıtman gerek. Çok sakinsin!” İkon’un Killing Me şarkısı ileriden seslendi. “Biraz daha ‘ölüyorum, mutsuzum’ havalarına giremez misin? Hiç mi kötü şey yok hayatında?” Urban Zakapa’dan I Don’t Love You hıçkırırken bağırdı “Aşk acın da mı yok senin be ruhsuz!” Lasse Lindh’in seslendirdiği ‘Hush’ şarkısı beni kolumdan çekip tüm o sorulardan uzaklaştırdı. “Sadece yorgun. Kızcağızı biraz rahat bırakın.” Ayaklarım ağlayarak onayladılar.
Seul’de en çok sevdiğim yer İnsadong. Etraftaki tarihi yerleri ve o eski, tozlu hissi çok seviyorum…
…Busan şehrinin içimde bıraktığı his pek tarif edilir bir his değil. Haeundae Sahili’ne gittiğimizde kendimi çok boş hissediyordum. Bunu kötü anlamda söylemiyorum. Hafiflemiş gibiydim. Etrafımdaki insanlar şeffaftı. “Yalnızım…” yazıyordu birinin üstünde. “Mutsuzum…” yazıyordu ötekinde. “Ailemle geldiğim için huzurluyum…” Gözlerini denizden ayırmayan ve yalnız oturan kişiye baktım. “Yoruldum…” Yukarı bakmaya çekiniyordum. Bende ne yazıyordu? Kalbim kendini hafifçe hırpaladı. “Bakma! Belki kırılırım!” Beynim umursamaz bir şekilde göz devirdi. “Sen de amma Yeşilçam filmi izledin beee! Bak kızım bak. Merakta kalmandan iyidir. Mantıklı olanı bu.” Kafamı çekingen bir şekilde kaldırdım. “İç çekiş…”
Yerimde duramayan, her şeyden çabucak sıkılan bir insan olarak karşımda dalgalanan denize sonsuza dek bakabilirmişim gibi hissediyordum. Bazen dalgalar öyle şiddetli oluyordu ki ayakucuma değecek gibi geliyordu. Umursamadım. Deniz beni içine alsa bile umursamayacaktım. Birkaç yaprağı kopmuş ayçiçeği yanıma geldi ve oturdu. İkimiz de konuşmadan denizi izledik.
…Seul’deki en güzel yerlerden birine geldi sıra… Gyeongbokgung Sarayı. Giydiğimiz Hanboklarla (Kore geleneksel kıyafeti) gezerken kendimi en sevdiğim dizi olan Moon Lovers’taki Hae Soo gibi hissediyordum. Umudum cılız bir ses tonuyla sordu: “Zamanda hiç mi yolculuk edemeyiz?” Kısa bir süre sessizlik oldu. Mantığım cevap verecekti fakat umudumun titreyen dudaklarını görünce bir şey söylememeye karar verdi.
Bir sonraki durağımız Jeonju’ydu. Rüya Jeonju… Tüm şehri avucumda kartopu gibi sıkıştırıp kalbime koymak istedim. Geldiğim gibi selamlaştığım ayçiçeklerini, başörtülerimizi inceledikten sonra “Yebbo yebbo! (Güzelsiniz güzelsiniz!)” diyerek gülümseyen teyzeleri, bizi görünce annelerine bizi işaret eden, kollarımızı açınca hemen sarılan küçük çocukları…