Tek parti döneminde müze haline getirilen Ayasofya geçen sene yeniden cami olarak ibadete açıldı.
Bununla beraber ikon ve fresklere dokunulmadı, Ortodoks Hıristiyan mirasa halel getirilmedi.
İsteyenler o sembolleri temaşa edebiliyor, Ortodoks Hıristiyan vatandaşlarımız ve misafirlerimiz bunların önünde duaya durabiliyor.
Müze statüsü resmî olarak kaldırıldı ama aslında Ayasofya’nın müze olma özelliği devam ediyor.
Güzel bir farkla: Giriş artık ücretsiz.
Ayasofya’daki bu yeni düzenlemeyi “2020 torbasından felaket ve gözyaşı çıktı” başlığı altında -seneye damgasını vuran felaketlerle yahut Kovid19 felaketinden kaynaklanan gelişmelerle beraber- zikreden Sözcü gazetesi elbette halt etti, en azından ciddi bir editoryal hata yaptı.
Üç gündür o halt veya hata konuşuluyor, Sözcü’ye tepki yağıyor.
Söylenecek her şey söylendi, söyleniyor.
Ekleyeceğim bir şey yok.
Elimde olsa çıkaracağım bir şey var ama.
Sözcü’ye haklı olarak tepki gösterilirken (Ayasofya’daki yeni düzenleme Sözcü’nün o manşet haberinden bağımsız olarak savunulurken de) zaman zaman Ayasofya’yı millî kimliğimizin merkezine yerleştirmek gibi bir tavır sergileniyor ya; bence çok abartılı ve sanılanın aksine millî şuuru besleyen değil zedeleyen bir tavır bu.
Başka bir medeniyetin şaheseri olan Ayasofya’ya bu konumu biçtiğimizde, kendimizi bir nevi ‘edilgenleştirmiş’ oluyoruz.
***
Ayasofya Kilisesi, Konstantinopolis’in ve genel olarak Bizans’ın sembolüydü.
Osmanlı 1453’te Konstantinopolis’i alıp Bizans’ı yıkınca Ayasofya’yı fethin sembolü olarak camiye dönüştürdü. (Bir kilise yahut havranın camiye dönüştürülüp dönüştürülemeyeceği veya hangi şartlarda dönüştürülebileceği ile ilgili fıkhî tartışmalara girmeden, olanı söylüyorum.)
‘Duyduk duymadık demeyin! Bizans tarihe karıştı, burada artık Müslümanlar hüküm sürüyor, herkes bunu iyice görüp anlasın’ nidâsını ifade ediyordu bu sembol.
O günün şartlarında Ayasofya’nın ‘merkezî’ konumu tartışılmazdı ama şartlar değişeli asırlar oldu ve bana sorarsanız Ayasofya’nın bu sembollüğü tarihe karıştı.
Sene 2021.
568 sene geçti fethin üzerinden.
Ayasofya’nın tam karşısında, 400 küsur senedir, onun ihtişam ve estetiğini gölgede bırakan Sultanahmet Camii duruyor.
Konstantinopolis’in İstanbul oluşunu iyice tescilleyen muazzam bir mühür.
Süleymaniye Camii de öyle.
Başka bir medeniyetin şaheserine sahip olmakla övünmenin (ki günümüzde bu övünç daha ziyade turistik broşürlerin konusu olmalıdır) ötesine geçip kendi şaheserlerimizi ortaya koymak bakımından bunlar bizim için Ayasofya’dan daha kıymetli olsa gerek.
Türklerin, Müslümanların bu şehirdeki ilk yerli mührü olan Fatih Camii’ni de analım.
1470’te tamamlanıp ibadete açılan Fatih Camii, fetih sembolü diye anılmayı belki en çok hak edendir.
İstanbul’un “İslambol”luğunu vurgulayan Eyüpsultan Camii’ni, Şehzade Camii’ni, Valide Sultan Camii’ni ve… ve… ve… de analım.
Mühür üstüne mühür.
Fethi çoktan özümsemiş, Bizans’ı yıkışımızın sembolü olarak Ayasofya Camii’ni daha 1470-1617 senelerinde İstanbul’da yükselen selatin camilerimizle aştığımızı ve bizim İstanbul’umuzun asıl sembollerini Fatih, Süleymaniye ve Sultanahmet camilerinin teşkil ettiğini çoktan idrak etmiş olmalıydık.
(O senelerde fetih heyecanının yerini, İstanbul’u Devlet-i Al-i Osman’ın ve dahî cümle Alem-i İslam’ın payitahtı olarak inşa etme / inkişaf ettirme ve İstanbul’da kökleşme heyecanı aldı; zamanla İstanbul’un bizimliği öyle tabii hale geldi ki fetih vurgusuna mahal kalmadı ve Osmanlı’nın son demlerine kadar kimsenin aklına fetih kutlaması diye bir şey gelmedi.)
***
İstanbul’u ziyaret eden Hıristiyan turistlerin çoğunun bile Ayasofya’dan önce “Blue Mosque” (Mavi Cami yani Sultanahmet Camii) dediği günümüzde İstanbul’u Ayasofya’nın gölgesinde mütalaa etmek, İstanbul’daki 568 senelik birikimimizi tahkir anlamına gelir.
Yapmayalım bunu.