Kimilerine sorarsanız, kutuplaşma şikâyeti “iktidar kaybına uğrayan” siyaset ve aydın sektörünün zorladığı; yapay bir soruna işaret ediyor. Toplumda karşılığı yok. Üzerine konuşmaya, tartışmaya değer bir gündem değil. Öyle ki; kutuplaşmayı sorun görmek ve iktidarı uzlaşıcı, kuşatıcı siyasetlere teşvik etmek, muhalefetin tuzağına düşmek anlamına geliyor.
Bazıları da kutuplaşmanın gerçek bir sorun olduğunu kabul etmekle birlikte; bütün sorumluluğun muhalif cephede olduğunu; iktidarın yapabileceği fazla bir şey bulunmadığını savunuyorlar.
Her iki bakışın buluştuğu nokta; Türkiye yeniden inşa edilir ve Anayasa oluşturulurken muhalif kesimleri ortaklaştırmaya dönük özel politikalara ihtiyaç olmadığıdır.
***
Önce, “kutuplaşma” şikâyetinin gerçek bir sorunu ifade etmediğine; toplumda karşılığının bulunmadığına ilişkin itirazı tartışmaya çalışacağım.
Ben hiç o kanıda değilim. Seküler sosyolojiyle teması olan her sıradan gözlemcinin, bu kesimlerde ne kadar derin bir kopuş ve nefret yaşandığını fark etmemesi olanaksız. Bu kesim, iktidar karşıtı Kürtleri de göz önünde tuttuğunuzda, toplumda %35-40 aralığında bir nüfusa karşılık geliyor. “Kutup” dediğimiz alan geniş gövdenin uç köşesine sıkışarak radikalleşmiş bir azınlık değil.
Muhafazakâr-dindar dünyada da benzer oranda (%35-40) iktidara güçlü bir bağlılık ve muhalif kesimlere karşı şiddetli karşıtlık ve korku olduğunu söyleyebiliriz. Bu, tarih bilinciyle ilgili ve çok açık dile gelmemesinin nedeni iktidara sahip olmanın sağladığı rahatlık. Bu kesimlerin Erdoğan’ın sert üslup ve siyasetlerine itirazları olmadığı gibi, kimlik duyguları besleniyor.
Çünkü bütün ayrıntıların, gelip geçici rahatsızlıkların üstüne çıkan; her türlü eleştiriyi etkisizleştiren majör bir gerçek var: Muhafazakârların çoğu; defalarca kendilerini oyunun dışına itmeyi başarmış, kendilerine karşı tahammülü olmadığını bildikleri, her fırsatta ve her yolla gücü geri almayı kollayan bir “sınıfla” mücadele ettiklerine kalben inanıyorlar. Ve diyorlar ki; “Erdoğan, evet sert, evet gözü kara; evet yeri geldiğinde ne dünyayı tanır, ne muhalefeti tanır, hatta ne de hukuku tanır… Ama bunlarla da ancak böyle bir lider baş eder. Çünkü onlar da seçimleri, Meclis’i, hukuku tanımıyorlar”.
***
Gerçekten de ikinci savaştan sonra Batı kulübüne yazılmak için tutturulan yol, Türkiye’nin önüne “gelenek ve kopuş” çatışmasını yumuşatıp harmanlayacak bir alan açmıştı.
Demokrat Parti hareketi büyük fırsattı. Kemalist pratiğin yabancılaştırdığı geleneksel sosyolojiyi “Batı’lılaşma- modernleşme” tasavvuruna doğru taşıyacak; gelenek ile modernleşmeyi tokuşturmak yerine birbirine ısındıracak bir siyasal mecrayı temsil ediyordu. Demokrat Parti hareketini “karşı-devrim” olarak kodlayıp en ahlaksız, en sert devlet şiddetini işleterek kan dökenler, bu ülkenin gidişine büyük hasar verdiler.
Aynı hamleleri 1960’dan sonra da defalarca yaptılar.
Geleneksel kimliği doğasına uygun bir ritimle merkeze doğru taşıyacak, dönüştürecek siyasetleri sistematik olarak cezalandırdılar ve sonunda “merkez sağ”ın işlevsizleşmesinde birinci dereceden rol oynadılar.
Bu vesayet tarihi, muhafazakâr kesimlerde, sistemin boğuculuğu ve tahammülsüzlüğüyle ilgili çok etkili bir tecrübe yarattı ve -bir dizi konjonktürel etkenle birleşerek- geleneğin daha otantik, daha radikal sözcüleriyle buluşmasına giden yolu kolaylaştırdı.
Önce Milli Görüş ve Erbakan hareketinin yükselişini, ardından AKP’nin sistemi yıkıp geçmesini ancak bu tarih içinden anlarız. Bu tarih bize, bugün muhafazakâr bilincin muhalefete hangi kodlar içinden baktığını anlatır.
Özetle; kutuplaşma, toplumun toplam %70-80’ini içine alan bir Türkiye realitesidir. Yapay bir sorun değildir.
***
Bu sorunun yeniden inşa ile ilgili boyutunu ve aşılmasında iktidara düşen bir sorumluluğun olup olmadığını ele almaya yer kalmadı.
Sonraki yazıda tartışmaya çalışacağım.