Şimdi biraz durup düşünme zamanı. Karşıtlık duygularına, akıl dışı senaryolara, klişe cümlelere ara verip, kendimizi tanıma zamanı…
Talat Aydemir’in son derece kişisel kalan aşırılığı dışında, şimdiye kadar “post” olanı da dâhil hepsi başarılı olmuş darbeler tarihinden geliyoruz. Bu kez olamadı… Neden?
Bu soruya verilecek kestirme cevaplardan birisi “komuta kademesinin yer almadığı, hiyerarşik işleyişin dışında bir cunta girişimiyle sınırlıydı” olabilir. Evet, bu önemlidir bence de. Fakat bu cevabın iki önemli zaafı var.
Birincisi; eğer ordu bütün vücuduyla darbenin içinde yer alsaydı belki bu darbe bastırılamazdı ama ne kadar “başarılı” olurdu o meçhul. Korkunç katliamlar, yönetilemez bir ülke ve belki de bir iç savaş… Zayıf ihtimal diyebilir miyiz?
Fakat daha önemlisi, bu cevap yeni bir soruyu davet ediyor ve o nedenle eksik. Neden ordunun komuta kademesi ve önemli bir bölümü bu girişimin içinde yer almadı? İdeolojik ve siyasi formasyonu Erdoğan çizgisinde olduğu için mi?
***
Meşruiyet dediğimiz “muğlak” kavrama başvurmadan olanları anlayamayız.
Türkiye 2000’li yıllar boyunca “demokratik meşruiyet” kavramının odakta olduğu bir mücadele sürecine sahne oldu. Yönetme gücünün seçimlerle belirlenmesi ilkesi; karşı çıkanı, hukukun ötesinde ahlaken de açığa düşürecek ortak bir zihinsel kabule dönüştü. Bunun gönüllü benimsendiğini, içselleştiğini ve açık bir bilinç ürünü olduğunu söylemiyorum. Ama meşruiyet standartları zaten böyle değişir. Onu elle tutamayız, gözle göremeyiz; hava gibidir. Varlığını; nefesimizle soluyarak, tenimizle hissederek sezeriz. Farkında bile olmadığımız bir belirsizlikle kuşatır bizi. Onun için “madde” olmayı yakıştıramayız ona; “zamanın ruhu” kavramı boşuna üretilmemiştir…
Siyasi aktörlerin, sosyolojik öznelerin ve komuta kademesinin darbeyi yalnız bırakmasının nedeni işte bu “demokratik meşruiyet” standardındaki değişmedir.
Erdoğan’dan ölümüne nefret edenlerden de tanklara çiçek atan kimsenin çıkmaması bundandır. 2007’de e-muhtırayı tereddütsüz destekleyen siyasi geleneğin şimdi net tutum almasının ardında da bu gerçek vardır. Komuta kademesinin ve ordunun büyük kısmının anayasal düzene sadakatini de buradan açıklayabiliriz. Medyanın hizaya sokulamaması, cesaretle ekranlarını meşru yöneticilere açması ve darbenin kanlı bir fiyaskoya dönüşmesinde rol alması da bize Türkiye’nin değişen meşruiyet algısını anlatır. Bütün bunlar bir araya gelerek darbeyi yalnızlaştırmışlardır…
Bu, Türkiye’nin derin kazanımıdır…
***
Diğer gerçek ise sokaklardır. İlk kez kitleler darbeye karşı aktif rol almışlardır. Buna da yakından bakmak gerekir.
Şunu teslim etmeliyiz: Meydanlara koşanların ezici çoğunluğu Erdoğan’a bağlılık duyan kesimlerdi. Onlar Erdoğan’ı teslim etmemek için canlarını ortaya koydular. Bunlara MHP taraftarları da eşlik etti. Ve meydanlar darbeyi püskürttü…
Kimler yoktu?
Mesela Gezi’ciler yoktu. Mesela Aleviler yoktu. Mesela “Beyaz Türkler” yoktu… Bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum. O bir sonraki tartışma; sadece tespit yapıyorum. Ayrıca, meydanlara gitmeyenlerin darbeyi desteklediklerini de düşünmüyorum. Fakat kendilerini “taraf” hissetmediler. Çünkü bunu Erdoğan’a karşı bir hareket olarak değerlendirdiler. Düşünme modelleri; kavramsal dünyaları, darbecilerle meşru hükümet arasında net biçimde kristalize olan çatışmanın demokrasiyle bağlantısını kurmalarına elvermedi. “İslami diktatörlükle”, “askeri faşizm” arasında seçim yapmayacaklarını binbir biçimde ifade ettiler; ediyorlar…
Bu da Türkiye’nin zayıf karnıdır. Hem iktidarın, hem de evlerinde oturanların tekrar tekrar üzerinde düşünmesi gereken bir Türkiye gerçeğinin en kritik momentte yüzeye vuran görüntüsüdür.
Umut o ki; bu ağır travma önyargıların aşılmasına elveren bir tartışmaya vesile olsun.
Ortak tehdit duygusunu güçlendirsin. Dürüstçe karşılıklı içe bakabilen seslerin önünü açsın.
Sonraki yazıda, “Faşizmler!” arasında seçim yapmayı reddedenlerin demokrasi ve politika anlayışından başlayalım…