Dün Mustafa Karaalioğlu aynı soruyu soruyordu: “Herkes bize karşı komplo peşinde mi ?”... Karaalioğlu, Türkiye’nin AKP aracılığıyla 2010’lu yılların başına kadar yaşadığı yükselişi özetliyor ve dünyaya öfkelenmek yerine hem Batı hem Ortadoğu ile verimli ilişkiler kurabilme kapasitemize güvenilmesi gerektiğine; meselenin politik tercihlerde düğümlendiğine çok ikna edici biçimde dikkat çekiyordu.
Türkiye’de popüler- zenofobik milliyetçi ideolojinin kapsama alanı hakkında hepimizin aşağı yukarı bir fikri vardır. Son yıllarda çözüm sürecinin etkisiyle “her tür milliyetçiliğin” hırpalandığını düşünebilirsiniz. Oysa kültürel kodlar kolay değişebilen şeyler değiller.
Türk insanı, bütün dünyanın kendisine karşı olduğu fikrine çok teşnedir. Bir iki üçler yaşasın Türkler, dört beş altı Polonya battı, yedi sekiz dokuz Ruslar domuz, on on bir on iki İtalya tilki, on üç on dört on beş almanlar kalleş… Bunlarla büyüdük biliyorsunuz.
***
Dünyayı tekinsiz bulan bu milliyetçi kabuller, her zaman gündelik sohbetlerin arasına sıkışmış “fikri alışkanlıklar” ya da kestirip atma kolaycılığı sağlayan tembellik malzemeleri gibi masum kalmıyorlar. Tansiyonu yüksek siyasi mücadelelerde, geniş kitlelerin gözünde değerli bir analiz; hakikatin kilit taşı; pozisyon almanın kılavuzu oluyorlar.
Popüler bir zihniyet siyasal mücadelenin kaldıracına dönüşüyor ve dışındaki tüm güçleri “yabancı-düşman” bir dünyaya ait olarak algılayabiliyor.
Türkiye’de de bu söylemin Gezi olayları ile birlikte dolaşıma girdiğine ve giderek “milli ve yerli olan/olmayan” ayrımı üzerinden tırmandığına tanık olduk, oluyoruz.
***
Türkiye AKP iktidarlarıyla birlikte hem küresel sistemle ilişkisinde kendisine dayatılan hiyerarşiye itiraz etmeye, hem de Ortadoğu’da etkin rol oynamaya yöneldi. Haklı ve rasyonel bir politikaydı bu. Başlarda güçlü bir ABD desteğine dayanıyordu. AB ile de yakınlaşma sağlanmıştı.
Bugün yola çıktığımız yerden çok uzaklardayız. Bu çıplak bir gerçek.
Aradaki yıllarda izlenen siyasetlerin; denetim içi veya dışı süreçlerin tek tek tartışılması bu yazının ölçeğini aşar. Yapılan politik tercihlerin ahlaki değeri veya rasyonel ve irrasyonel yönleri üzerine uzun uzun konuşulabilir; konuşuyoruz da zaten.
Fakat şimdi asıl dikkat çekilmeyi hak eden konu; bugün yaşadığımız yalnızlaşma ve terör tehdidini Türkiye’nin güçlenmesinin kaçınılmaz sonucu olarak gösteren komplocu yaklaşımın kendisidir.
***
Evet, Neo-con güçlerin ve muhafazakâr Amerikan çevrelerinin Erdoğan iktidarına karşı bir kampanya yürüttüğünü düşünenlerdenim.
Cemaat’in, (ABD derin yapıları-İsrail eksenli) küresel bir networkun parçası ve 17-25 Aralık darbesinin ortak prodüksiyon olduğundan da kendimce kuşku duymuyorum.
Fakat bunlar, devlet politikaları düzeyinde topyekûn dışımızdaki dünyanın Türkiye’yi paralamaya karar vermiş olduğunu göstermez.
Böyle bir sonuca varmak; gerçeğin sınırlı bir parçasının hakikatin tamamına dönüştürülmesi; son derece sofistike olan siyasal süreçlerin tehlikeli ve yanlış bir yerden sadeleştirilmesi anlamına gelir. Fakat daha da önemlisi, sorunların aşılmasında iktidar iradesini sorumluluk dışı tutmaya yol açar.
***
Bugün bu bakış, uç sınırlarda dolaşır olmuştur. Maruz kaldığımız terör kampanyası “dünyanın yükselen Türkiye’ye kurduğu bir tuzak” olarak tanımlanabilmekte; izolasyon bu argüman üzerinden normalleştirilebilmektedir.
“Ya kalkınmaktan, bölgede etkin bir ülke olmaktan vazgeçeceksin; ya da bütün dünyayla mücadeleyi kabul edeceksin. Bunun bedeli terördür, acılara katlanmaktır.”
Komplo söylemcileri ne kadar farkında bilmiyorum. Ama topluma söylenen söz buraya geliyor.
Oysa siyaset var oldukça seçenekler de hep var olacaktır. Her zaman kazan-kazan ilişkileri kurmanın olanakları vardır.
Politikanın dümeninde oturanlardan da beklenen bunu başarmalarıdır.
Zenofobi üzerinden güç konsolide etmek değil.