Türkiye’nin değişim sancıları yaşadığı 2000’lerin başında üç aktörün yolu kesişti. (1) 2003 Mart tezkeresinin reddiyle şoke olmuş Beyaz Saray’ın ‘kalbi kırık’ neoconları, (2) 1999’da Pennsylvania’ya yerleşen, büyük güçlerle çatışmamayı çoktan keşfetmiş, “Batı’yla barışık”, Pers alerjili, kapalı kutu bir “din adamı” ve (3) tarih boyunca devletin yanına yaklaştırılmamış muhafazakâr taşranın yükselen acemi siyasi temsilcisi; Ak Parti…
KİM BU NEOCONLAR?
Amerikan muhafazakâr dünyasının içindeki bu demir leblebi bizim için ancak 2000’lerin başında görünür oldu. Ağırlık merkezini savaş şahini dar bir Yahudi çevrenin oluşturduğu bu hareket iki temel özelliği ile tanınıyor. Birincisi; ABD’nin, güç politikalarıyla dünyanın her köşesinde aktif rol üstlenmesinin tutkulu savunuculuğu. İkincisi; İsrail’in bekasına yönelik aşırı hassasiyet.
Sovyet sisteminin çökmesi ile bu neocon kadronun ABD’de yükselişi eş zamanlı yürüdü. 2000 Kasım’ında yapılan seçimlerle, küresel rekabette güç kullanımına mesafeli duran Clinton dönemi kapanıyor; soğuk savaştan miras kalan güç dengelerinin sonu gözüküyordu. Dünya enerji merkezi Ortadoğu’da eskimiş sınırların değişmesi için bir engel kalmadığını savunan neoconlar, Beyaz Saray’ın kilit noktalarına yerleşiyorlardı.
Huntington’un “medeniyetler savaşı” teorisine tüy diken El Kaide saldırısı, ikiz kulelerin aslında Ortadoğu’nun üzerine yıkıldığının trajik habercisi oldu. “Önleyici saldırı” doktriniyle tanıştık. Beyaz Saray’dan “bizi sevmeleri gerekmez ama korkmalılar”, “işe yaramayacaksa bir ordu neden beslenir?” anonsları duyulmaya başladı. Bütün dünyanın gözünün içine baka baka kitle imha silahları yalanına sığınıp “en zayıf halka” gördükleri Saddam’ın üstüne çullandılar.
Artık Ortadoğu’da yeni bir komşumuz vardı… İran’ı tehdit olarak gören; İsrail’in çıkarları söz konusu olduğunda akan suların durduğu; kendi denetiminde kalmak koşuluyla Türkiye’ye bölge denkleminde alan açmayı planlayan bir komşu: ABD…
ORTAKLIK İÇİNDE ORTAKLIK
İyi de Erdoğan’a ne kadar güvenilirdi?
Evet, 28 Şubat travmasının bütün izleriyle karşılarına çıkan bu parti Batı’nın desteğine muhtaçtı.
Evet, genç Ak Parti hükümeti iktidarının dördüncü ayında önünde bulduğu tezkere sorununda olumlu sınav vermişti ve evet, Erdoğan daha seçim gecesinde yönlerinin AB olduğunu açık açık deklare etmişti.
Fakat herkes biliyordu ki, daha düne kadar Batı’yı batıl ilan eden Milli Görüş geleneğinden gelen bu sivil İslami hareket ile “dans”, Batı’nın tecrübe etmediği bir yenilikti.
Gözden kaçan şuydu ki, koca bir kıtayı kendi arka bahçesi yapabilmeyi başarmış ABD gibi deneyimli bir emperyal güç, az gelişmiş demokrasilerle ilişkilerinde, sivil hükümetlerden daha çok devleti önemser. Sandık kontrolden çıkabilir, fakat devlet “dost” kaldıkça “çareler tükenmez”…
Ergenekon operasyonu başladıktan yaklaşık beş ay sonra 5 Kasım 2007 tarihinde Erdoğan–Bush görüşmesi gerçekleşti. Bu görüşmede neler konuşulduğunu bilmiyoruz. Fakat, hükümetin içeride vesayet yapılarına karşı yürüttüğü mücadelede aradığı desteği bulduğunu tahmin edebiliriz. Eğer bu tahminimizde haklıysak, bu desteğin hangi nedenle ve nasıl bir öngörüyle verildiği sorusu çıkıyor karşımıza. Hepimize açık olan verilerden anlıyoruz ki; Bush–İsrail ekseninin, askerî vesayetin tasfiyesi ve bürokrasinin yeniden inşası sürecinde Cemaat’in oynadığı tayin edici rolden hiçbir şikâyetleri olmamıştır!
Kısacası; Evet, “yeni Türkiye” konusunda neocon/İsrail, Cemaat ve hükümetin yolları ve hesapları kesişti. Fakat bu üçlünün içinde diğerleri açısından en güvenilmez ortak Erdoğan’dı…
Yani, herkes ortaktı. Fakat bazıları daha fazla ortaktı.
*Bu yazı, 17-25 Aralık girişimiyle ilgili tartışmaların damgasını vurduğu 30 Mart yerel seçimlerinin hemen öncesinde; 18 Mart 2014 tarihinde serbestiyet.com sitesinde yayınlanan “Çatışmanın Kökleri” yazısının başlangıç bölümüdür. Üzerinde çok küçük dokunuşlar yaptığım; (Neocon strateji-Cemaat ve Ak Parti ilişkilerini tarihsel bir perspektifle yorumlayan) orijinal metin, bugünü anlama bakımından benim için eskimedi. Kalan bölümleriyle devam edeceğim.