Türkiye, “Cumhuriyet’in kurucu ayarlarına” dönerse bombalar patlamayacakmış. “Yurtta sulh, cihanda sulh”dan sapmasaymışız terörden de uzak kalırmışız. Kemal Kılıçdaroğlu söyledi…
Bu, her tür siyasetçide sıkça rastladığımız, toplumu yanıltmak için en kestirme, en basma kalıp demagoji malzemesine sarılma refleksi değilse eğer; olup bitenlerden hiçbir şey anlamamış olmak demektir.
“Cihanda sulh’a” (Batı uygarlığı/Ortadoğu bataklığı söylemine) önümüzdeki hafta döneceğim
Şimdi, “Yurtta sulh”u konuşalım…
***
Sayın Kılıçdaroğlu; sizin yurtta sulh dediğiniz, Şeyh Sait’dir, Ağrı’dır, Takrir-i Sükun’dur, İstiklal Mahkemeleri’dir… Kürtlere verilen sözlerin unutulması, hakların gaspı, isyanların kanla bastırılmasıdır… Sizin içinden geldiğiniz ama üzerine tek sözünüzü işitmediğimiz; zehirli gazlar, bombardıman uçakları, Dersim’in kayıp kızlarıdır.
Evet, bu yıkıcı, karanlık gidişin üstünü cesaretiniz varsa kazıyın altından tam da o sizin “kurucu ayarlarınız” çıkar.
Milli mücadeleden sonra yere göğe koyamadığınız tekçi/otoriter uluslaşma siyasetleriniz; AKP’li yıllara kadar ısrarla, inatla sürdürülen asimilasyon ve inkâr politikaları çıkar.
Cumhuriyet’in “modernist-oryantalist” kibirle Ortadoğu’ya sırtını dönüp; Batı’ya yaslanarak, içeride Kürtlere Türk olduklarını zorla kabul ettirmeye çalışan dar, faşizan aklı çıkar.
Hümanizmden nasibini almamış, etnik ırkçılığı “birleştirici ideoloji” zanneden ve sonunda vizyoner siyasetlerin de ayağına dolanıp yolunu tıkayan Türk milliyetçiliği çıkar.
Kürtlerin; kültürel kimlikleri, dilleri, siyasal haklarıyla eşit yurttaşlar olarak tanındığı, ayrılma hakkının da tartışılabildiği bir devlet-toplum ilişkisi inşa edilebilseydi; kısacası “kurucu ayarlar” adaletli olabilseydi, bu coğrafya savaş değil, barış coğrafyası olurdu.
***
CHP’nin bu inkârcı/tekçi/otoriter tarihin kodlarıyla hesaplaşmak yerine bugün de tek yaptığı iş Çözüm Süreci’ne direnmek; arkaik Türk ulusalcılığına saplanıp kalmak oldu.
Bu ülke yeniden kanamaya başlayınca Kılıçdaroğlu kürsüye çıkıyor, gözümüzün içine baka baka, AKP’yi barış politikaları yüzünden eleştiriyor. Çözüm Süreci’nin yanlış olduğunu, PKK’nın silahlanmasına yol açtığını söyleyebiliyor.
Bütün süreç boyunca en küçük desteği olmadı bu partinin. Kirli, ucuz bir oportünizmle demagojiye abandı durdu. Görüşmeleri “ihanet” olarak nitelemekten kaçınmadı. Oslo tutanaklarını istismar etmekten utanç duymadı. Benzer ülkelerin tecrübeleriyle kıyaslandığında çok daha şeffaf ilerlemesine rağmen bu tür süreçlerin doğasında olan gizliliği diline doladı; konudan kaçmak için bulduğu “Meclis’te görüşelim/ bütün partilerin mutabakatını sağlayalım” çağrısını kurnazlık saydı. Çözüme ilk gün karşıydı; bugün de aynı yerde.
***
Barış Süreci’nin çökmesinden saplantılı biçimde Erdoğan’ı/AKP’yi sorumlu tutan söylem hiçbir hakkaniyet duygusu taşımıyor.
İktidarın izlediği siyaset hatasızdır, tartışılacak bir yönü yoktur demiyorum; fakat hem muhalefetin engelleyici, oportünist çizgisine sessiz kalınması, hem de PKK’nın Ortadoğu devleti olma stratejisinin görmezden gelinmesi derin bir ahlaki probleme işaret ediyor. Bu sesin meselesi şiddetin sona ermesi değil; onun üzerinden iktidarın hırpalanması, aşındırılması. Şiddetin varlığı, hasmın zayıflatılması için araçsallaştırılıyor.
Öte yandan bu samimiyetsiz, araçsallaştırmacı, oportünist cepheye karşı Erdoğan’ın geliştirdiği “ya benden yanasın ya da terörden”ci reaksiyoner dilin kendisi de son derece sorunlu.
O da başka bir yazının konusu olsun.