Doğum sonrası çatlaklardan bahsetmiyorum. Ya da “kafayı çatlatıp” Taksim’de Atatürk heykeline kılıç kalkan dalmaktan korkmak da değil. Konu; siyasi hareketlerin içinde gelişebilen değişik sesler; tarz, kanaat ve ton farklılıklarının karşısında duyulan “taraftar” paniği.
AKP üzerine yapılan spekülasyonların merkezini dünyanın bir ucu sayarsak ben dünyanın öteki ucunda yaşıyorum ve benim bile kulağıma “reisçiler”- “hocacılar” gibi yakıştırmalar gelebiliyor.
Bu tür ayrımlar üzerine konuşmanın derhal “fitne” olarak etiketlendiği cemaat kültürünün yabancısı değiliz. Bu “çatlak korkusu” sadece pre-modern cemaat dünyasına da ait değil. Modern dünyanın belalı ürünlerinden “totalitarizm” de çok sever tek sesliliği-demir disiplini-lider kültünü…
Siyasi hareketler ve onların modern formları olarak partiler, kuşkusuz kendi içlerinde birer “ortaklık” tır. Onlar; sorunların tanımlanması ve çözüm üretme yollarına dair ortak dünya görüşüne sahip olanların buluştuğu yapılardır. Ayrıca bu ortaklığı var eden karmaşık tarihsel motivasyonlar da vardır. Türkiye’de partilerin ayrışmasında “kültürel kimlikler” in belirgin rol oynadığını biliyoruz.
***
Bu ortaklıkların tabiatı nedir, nasıl olmalıdır? Asıl soru bu.
Bu soruyu şöyle açabiliriz: Türkiye gibi (1) çok parçalı- metropoller/kasabalar/köyler/-, (2) çok katmanlı- zenginler/orta sınıf mensupları/yoksullar/merkezdekiler/varoşlardakiler/, (3) çok kültürlü- dindarlar/sekülerler/sünniler/Aleviler/ modernler/ gelenekçiler/Kürtler/Türkler/azınlıklar- ve (4) bütün bu kategorilerin hızlı bir değişim içinde iç içe geçişler/kopuşlar/melezleşmeler yaşadığı dinamik bir toplumda, geniş sosyolojilere seslenen bir siyasi yapı nasıl olmalıdır?
Bunun, açık toplumlarda tek cevabının olduğunu sanıyorum: Gevşek, koalisyoner, kanatların sesinin duyulabildiği, müzakereci bir iç dünyaya dayanmalıdır. Liderliğin kalitesi de; bütün bu geniş temsil olanaklarını, farklı eğilim ve çıkarları tek bir doğrultuya yöneltebilmesi, uyumu sağlayabilmesi ile ölçülebilir.
***
Nitekim AKP dahil, Türkiye’deki tüm tarihsel ana akım partiler kısmen bu nitelikleri taşımışlardır. Ancak yine Türkiye’de, hesaba katılması gereken özgün bir tarihsel-kültürel faktör daha mevcut kanaatimce. O da (1) siyasal güç karşısında, ona bağlanma, bir parçası olma eğiliminin çok baskın olması ve (2) lider-kahraman kültünün bütün modern mekanizmaları aşıp geçen kabulü.
Birbirini besleyen iki unsur, tüm iç farklılıklarına rağmen geniş toplumsal çevreleri gücün bir merkezde toplanması çabasına ortak ediyor. Temsil ettiği siyasi harekette birliği sağlama sorumluluğu taşıyan liderlerin; bunu, dengeli siyasetlerle, demokratik esneklikle, farklı seslere alan açarak değil; güç kullanarak başarmasını sağlıyor.
“Güçlü merkez” sorunu sadece kültürel yatkınlıkla da açıklanamaz. Aynı zamanda bir de tarihsel hafıza var. Türkiye’de siyasal mücadeleler medeni sınırlar içinde cereyan etmedi. İttihatçı gelenek (bence tamamen Osmanlı’dan devraldığı siyasi kültürle) her zaman demokratik temsili boğma, kirli şiddetle hasımlarını imha etme yönünde işledi. Bu ülkenin yurttaşları kendi elleriyle seçtikleri Başbakanları izah edilemez yargılamalarla, gerekçelerle idam sehpalarında gördüler.
Darbe üzerine darbe yaşayan bu toplumda, özellikle dindar muhafazakâr kesimler şimdi elbette “tehlike kokusunu” alır almaz çok sorgu sual etmeden “sert ve kararlı” liderinin arkasında hizaya geçmeye yatkın oluyor.
Kısacası muhafazakâr dünyada çok anlaşılır bir “çatlak korkusu” var.
Fakat bu, onun hayırlı ve bizi ileriye taşıyan bir duygu olduğunu göstermez…
İstismar edilmeyeceğini ise hiç göstermez…