Bütün Cumhuriyet tarihinde yargı, siyasal gücü eline geçirenin kullandığı bir mekanizma olageldi. Bu, sistemin içinde olan insanlardan sıradan yurttaşlara kadar, hepimizin bildiği bir gerçek. Yargının siyasal uygulamalarından doğrudan etkilenen sınırlı bir sivil dünya dışında, toplumsal çoğunluğun bu gerçeği çok umursamadığı da başka bir gerçek.
Bu umursamazlığın hemen göze çarpan bir nedeni olduğunu düşünebiliriz. Büyük çoğunluk için yargı, siyasal alanın dışında kalan gündelik anlaşmazlıklarda muhatap olunan bir hakemlik müessesesi. Komşuyla, eşle, alacaklıyla, borçluyla, hırsızla, bankayla vs başımız derde girdikçe ayaklarımız geri geri giderek başvurmak zorunda kaldığımız; yüksek bir kürsüden ilk defa gördüğü bize “sen” diye seslenen asık suratlı korkulacak bir otoritedir yargı çoğumuz için. Kendi sübjektif dünyasında hep haklı olan insanlarımızın, umduğunu bulamadığı zaman “adaletine” isyan ettiği bir dünyadır orası. Yavaş işler; kaybedene sorsanız “yanlış”, kazanan için ise “doğru” kararlar verir!
Sonuçta en derinde yerleşik olan yaygın kanaat, yargının tehlikeli ve güvenilmez bir mekanizma olduğudur.
Fakat bu olumsuz kanaat, yargının siyasal iktidara bağımlı olmasıyla ilgili değildir. O mesele, gündelik hayatın ihtiyaçları dışında başka bir alanın sorunudur ve işin “ilgi görmeyen” tarafıdır.
***
Peki, yargının siyasal bir işlev görmesine duyulan kayıtsızlığın tek nedeni bu mu gerçekten? Daha derin nedenleri olamaz mı?
Sanırım bu durumun, toplumun siyasi kültürü ve gelenek ile de yakından ilgisi var. Toplum da, tıpkı siyasi aktörler gibi “normlara uymak” ve “tarafsız hakemlikten” daha çok “mücadeleyi kazanmayı” önemsiyor. Başka bir deyişle, normlar ve tarafsız yargı iradesi, mücadelede bir meşruiyet kaynağı değil. Aşılabilir veya amaç için kullanılabilir bir araç sadece.
Bu kültürün toplumsal tecrübeyle yakından ilişkisi var kuşkusuz.
Bu ülkede temel normlar ve anayasal düzen, toplumsal çoğunluğun katılımı ve onun tarih içinde biriken tecrübesine dayanarak uzlaşma ile oluşmadı. En baştan beri elitler arası mücadelenin aracı işlevi gördü. Toplum başka bir tecrübe yaşamadı, tanımadı. Yani nevzuhur deyimle siyasi elit “organik”, fakat anayasal düzen “inorganik”.
Ortada normlar dünyası ve yargı mekanizması olarak duran şey, eline geçirenin karşısındakinin kafasına vurduğu bir sopaysa; toplumun bütün tecrübesi bunu doğruluyorsa, “hukuk devleti” de uzak bir masal gibi gelir kulaklara.
Siyasal elitler hukuku ve yargıyı araçsallaştırırken toplumun sessiz onayını almakta bu nedenle zorlanmıyorlar.
***
Fakat ne yazık ki bu çok büyük bir sorun.
Çünkü toplumsal hayatın en kan dökmeye müsait; en yıkıcı çatışma potansiyelini, büyük kitleleri harekete geçirme yeteneğiyle siyasal mücadele alanı taşır. İki insanın alacak verecek çatışmasından ülke yıkılmaz ama siyasi aktörlerin kurala bağlanmamış mücadelesi hepimizi kanlı bir kaosun içine çekebilir. Normlar ve tarafsız hakemlik üzerinde uzlaşamayan toplumlar, başka hiçbir otoriteye güvenerek çatışmasızlığı garanti altına alamazlar. Uçurum kenarında yürümekten başka bir şey değildir bu.
Önce askeri vesayet, ardından Cemaat ve şimdi de hem iktidar hem de muhalefet eliti, erken Cumhuriyet’le başlayan bu kötü geleneğin yeniden üretilmesinde birleşmiş gözüküyorlar.
Siyasal elitin toplumsal zorlama olmadan bu geleneğin dışına çıkması kolay değil.
Kişisel olarak vardığım sonuç şudur: Muhalefeti ve iktidarı destekleyen sosyolojik kesimlerin bir arada, aşağıdan yukarıya yaratacağı basınç olmadan bu hayati sorun aşılamaz.
Toplumsal zihniyetin şekillenmesinde ise siyasal elitin büyük etkisi var.
Bundan büyük açmaz olur mu?
Bu nedenle, siyasal alanla toplum arasında duran bağımsız aydınların, dahası, siyasal tercihimiz ne olursa olsun bunun önemini kavramış tek tek her birimizin sivil sesine büyük ihtiyaç var.
“Hukuk Devleti”, klişe bir masaldan gerçeğe dönüşmedikçe, biz sorumsuzca savrulan “kan” nutuklarını daha çok dinleriz.