Bu ülkede iki tip bayram olduğunu geç yıllarda fark ettim. Öyle bir dikkatim olmamış demek ki…
Birincisi, devletin bayramları. İkincisi, halkın bayramları.
Bandoları, üniformaları, TRT’nin sıkıcı yayınları, “aslanlı yoldan ilerleyen” asık suratlı protokolleri ve kürsülerden savrulan basmakalıp küflü nutuklarıyla; “devletin bayramları”, halkta olsa olsa tatil sevinci yaratıyordu. “Günün mana ve önemine” uygun bir heyecana rastlanmıyordu pek…
“Hadi beyler, balo salonlarını hazırlayın; fesleri çıkartıp Batı’lı oluyoruz”cu buyurganlıkta, ağır topallayan bir şeyler vardı. İşte bayramlar aslında bize bunları anlatıyordu…
Cemil Koçak’ın kitaplarında 19 Mayıs’ın nasıl bayram kabul edildiğine ilişkin bilgilere rastladığımda, artık okuduklarıma şaşırmayacak yaşa gelmiştim.
“Tarihi yazarken Milli Mücadele’yi ne zaman başlatsak” diye düşünüp 19 Mayıs’ı akıl eden “lider kültü mühendisliği”, Meclis’i açtığı günü de çocuklara armağan etti. Uğruna bayramlar ilan edilen Meclis, sonraki yıllarda “kurucu ideolojinin” zinde temsilcileri tarafından iki defa açık açık feshedilerek; bir kere muhtırayla hükümetin kovulup hizaya getirilmesiyle; sonunda da “post-modern” diye övülen darbeyle haddini öğrendi.
Bayramcılık oyununu kara mizaha dönüştüren ise, 23 Nisan’a, Meclis’i feshedip halkın seçtiği başbakanı asan darbenin gerçekleştiği 27 Mayıs tarihinin de bayram olarak eklenmesiydi. Adı daha da komikti: “Hürriyet ve Anayasa bayramı.”
Hatırlatmadan geçmeyeyim: Sanılmasın ki bu bayramlara sadece “halk” kayıtsız kalırdı; hayır, “vatandaşlar” da umursamazdı pek devlet bayramlarını. Ne zaman ki gelenek umulmadık biçimde “hortlayıp” gidişe el koydu, o zaman Cumhuriyet bayramları iktidar kaybına uğrayanlar gözünde değere bindi; sembol oldu.
***
Devlet bayramlarından halkın bayramlarına geçersek…
Otoriter modernleşmeciliğin kültürü politize etmesinin izlerine burada da rastlarız. Kemalist tedrisattan geçen Cumhuriyet kuşaklarının dinsel geleneğe olan alerjiyle ürettiği lügate hepimiz aşinayızdır. Sevdiklerini “nurlar içinde” yatırmaya dili varmayıp “ışıklara” göndermeyi; “inşallah” yerine “ummayı”; “Allah korusun” diyememeyi; hele hele “selamın aleyküm”den hepten tiksinmeyi, “aydınlanma” “ilericilik” olarak kodlayan o “Batı’cı !” dil, Ramazan Bayramı’nı da “şeker”leştirmeyi ihmal etmedi. Şükür’den şekere gitmek zor olmamıştı.
Evet, halkın bayramları dini bayramlardır. Onun da bize anlattığı gerçekler var bence.
Mesela, “eski bayram adetlerimizin aşınmakta olduğu”ndan yakınanları sıkıcı bulanların sayısı dindarlar arasında da artıyor. Sosyolojik gelişme, tüketim modellerinin kültür sınırlarını aşan etkisi, ailelerin küçülüşü, her kültür içinde orta sınıflaşma ve bireyin giderek öne çıkışı, meslekli insanların çoğalması, kadının rolünün sorgulanması, bütün kesimlerde ailenin çocuk eğitimini çok önemsemesi… Bütün bunlar yeni bir hayat; yeni bir kültür demek. Otantik ritüellerin aşınması ve bu durumun giderek olağanlaşması demek. Bayramların da, el öpmek yerine telefonla hatırlamaya; çok ihtiyaç duyulan tatillerin, dinlenmenin, yaşıtlarla zaman geçirip eğlenmenin, çocuklara zaman ayırmanın fırsatına dönüşmesi demek…
Kısacası; bunlar, aslında sekülerleşme demek.
Bayram diye diye bir köşe yazısının vazgeçilmez çokbilmişlik pasajına geldik sonunda.
***
Soru şu: Bayramların bize anlattığı gerçek karşısında iyi siyasetçiler ne yapmalı?
1) Bu saatten sonra hiçbir bayrama dokunmamalı, yeni bayramlar ihdas etmeye de kalkmamalı. Yeni bayramlar; ortak duyguların değil birbirine daha da yabancılaşmanın sembolleri olacaktır.
2) Eyvah, ülkede sekülerleşme boğuluyor; İslami faşizme doğru kültürel zemin oluşuyor demagojisine başvurmamalı.
3) Bir de, İslami hamaseti tırmandırarak; dindar duyarlılıklar üzerinden karşıtlık üretip “dava çağrıları” çıkartarak bu toplumu uzun süre yönetebilmeyi hayal etmemeli.
Demedi demeyin…
23 Nisan hepimize kutlu olsun…