Yaşanan korkunç deprem felaketi geride büyük bir enkaz bıraktı. Kayıplarının yasını tutan, geleceğe dair umutlarını kaybeden on binlerce insan altüst olan hayatlarında yeni bir hikaye yazabilecek mi? Depremi yaşayan şehirlerde hala temel ihtiyaçlara gereksinim olduğu gün gibi ortada ancak depremzedelerin psikolojik ilk yardıma da ihtiyacı var.
Northeastern Üniversitesi Siyaset Bilimi, Kamu Politikası ve Kentsel İlişkiler bölümü profesörlerinden Daniel P. Aldrich ve yine aynı üniversitede siyaset bilimi doktora öğrencilerinden Yunus Emre Tapan’ın The Conversation’daki makalesi olayın psikolojik etkileri üzerine odaklanıyor.
İki akademisyen afetten kurtulanların yakınlarıyla bağlarını korumalarının yararlarını inceliyor ve bu sosyal bağların travmatik olayların etkilerini hafiflettiğini iddia ediyor. Makalede bu gibi afetlerin ardından yapılan araştırmalarda, psikolojik sorunların yaygın hale geldiğinin kanıtlandığı anlatılıyor. Hayatta kalan pek çok kişi yaşadıkları olaydan sonda kaygı, depresyon ve travma sonrası stres bozukluğu yaşıyor. Tüm bunlar elbette tahmin edilebilir sonuçlar... Bunların bir nedeni, araştırmacılara göre, felaketlerin kişileri rutininden uzaklaştırması ve önceden güvendikleri duygusal destek kaynaklarına artık erişememeleri.
Ve elbette her büyük felaketten sonra sevdiklerini kaybedenler, hala başında yas tutacakları bir mezarları olmayanlar var!
Aldrich ve Tapan makalede 2005 yılında Katrina Kasırgası’ndan sonraki yedi hafta içinde, ABD Hastalık Önleme Merkezi tarafından yapılan çalışmada New Orleans’ta yaşayanların neredeyse yarısında travma sonrası stres bozukluğu görüldüğünü de hatırlatıyor.
İki akademisyen, afetlerden sonra yaşananları araştırırken çıkardıkları en önemli dersin, güçlü sosyal ağların bu ani şoklardan kaynaklanan bazı darbeleri yumuşatması olduğunu anlatıyor. Bir kişi evini ve normallik duygusunu kaybettikten sonra bile aile ve arkadaşlarla yakın temas halinde kalabilirse ‘kayıp’ duygusunu az da olsa hafifletebiliyor.
Rutinlerinin dışına ‘itilen’, ancak komşularıyla bağlantıda kalabilen ve aynı sorunları paylaşanlar daha az travma sonrası stres bozukluğu ve kaygı seviyesine sahip olma eğiliminde.
İki akademisyen anlatıyor, “Birimiz Mart 2011’de Japonya’daki Fukishima Daiichi nükleer santralinin yakınında bulunan bir kasabada yaşayanlarla yapılan bir çalışmaya katıldık. Felaketten kurtulanların dörtte birinden fazlasında travma sonrası stres bozukluğu semptomları vardı. Bununla birlikte güçlü sosyal bağlara sahip olanlar, arkadaşları ve aileleriyle daha zayıf bağlantıları olanlardan daha az psikolojik sorun yaşıyordu.”
Kısa bir hafıza tazeleme... Japonya’da Okuma bölgesinin başkenti Fukuşima, 11 Mart 2011 tarihinde 9,1 şiddetindeki depremle sarsılmış, ardından meydana gelen tsunami nedeniyle Fukuşima Daicchi nükleer santralinde peş peşe patlamalar yaşanmıştı. Nükleer felaket nedeniyle yaklaşık 20 bin kişi hayatını kaybetti.
Makalede yardımcı olacak stratejiler arasında mümkün olan kamusal alanların çoğaltılması var. Grup ve bireysel terapilerin de kilit rol oynadığına vurgu yapılıyor. İletişim teknolojisinin de öncelikli olması gerektiği söyleniyor. Gıda, çadır, tıbbi malzemelere ek olarak, ücretsiz internet erişiminin insanların uzaktaki yakınlarıyla iletişim sağlamasına yardım edeceği kuşkusuz. Ama görünen o ki afete müdahalede pek çok konuda olduğu gibi iletişim konusunda da sınıfta kaldık...
Kendilerini güven içinde hissetmezlerse mücadele zor
Türkiye’deki depremin ardından benzeri birçok yayın yapıldı. Her biri bu tip afetlerden sonra hayatta kalanların akut travma, anksiyete, depresyon gibi sorunlarla baş etmek zorunda olduğunu anlatıyor. Scientific American, Türkiye ve Suriye’deki depremlerden yola çıkarak, Yeni Zelanda’daki Christchurch Otago Üniversitesi’den, afetlerden sonra yaşanan travmalarla ilgili önemli çalışmalara imza atan psikiyatrist Ben Beaglehole ile ölümcül depremlerin ruh sağlığını nasıl etkilediği konusu üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş.
Beaglehole şöyle diyor: “Bir depremin herkes üzerinde tekdüze bir etkisi olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak gerçekte şehrin fakir bir bölgesinde yaşıyorsanız binalarınızın yıkılma olasılığı daha yüksektir. Ayrıca depresyon riskini artırabilecek başka faktörlere sahip olma olasılığınız da daha yüksektir. Uzaktan gözlemleyebiliyorum, Türkiye’de binalarla ilgili gerçek sorunlar var. İnsanlar bir deprem yaşamanın ve sevdiklerini kaybetmenin çok ani travmasının yanı sıra, bir şehrin fiziksel altyapısının yok olması ve iyi bir tıbbi bakım alamamanın uzun vadeli etkilerinin üstesinden nasıl gelecek? Öncelikler temiz su ve barınak kuşkusuz. Şu anki psikolojik destek tedavi etmeye çalışmak yerine sade ve destekleyici olmalı.”
Beaglehole yaşanan büyük bir afetten sonra insanların bir amaç ya da aidiyet duygusu içinde olmasını sağlamanın önemli olduğunu söylüyor. “Eğer gelecek için kendilerini güvende hissetmelerini sağlayabilecek şeyler yapabilirseniz olumsuz etkilerin minimum olacağını düşünüyorum. Ama insanlar korku, güvensizlik ve belirsizlik hissetmeye devam ederse o zaman ruh sağlığı problemleriyle mücadele daha zor olacaktır.”
Deprem bölgesindeki fiziksel yaralar belki zaman içinde sarılacak ama ya geride kalanların ruh sağlığı... Yol uzun ve zorlu gibi görünüyor...
BİR BU EKSİKTİ!
Kovid 19’un nasıl başladığını bilirsek bir sonraki pandemiyi engellemek mümkün olabilir mi? Geçen hafta Wall Street Journal’da yayınlanan bir makalede ABD Enerji Bakanlığı’nın Kovid 19’un Wuhan’daki bir laboratuvardan sızdığı iddiası anlatıldı ama kesin ifadeler kullanmaktan kaçınılıyordu.
FBI direktörü Christopher Wray de bu hafta Fox News’a verdiği röportajda virüsün kaynağının yüksek ihtimalle Wuhan’daki bir laboratuvar olduğunu değerlendirdiklerini belirtti.
ABD’de Enerji Bakanlığı ve FBI bu görüşte olsalar da, virüsün enfekte hayvanlardan insanlara bulaşarak yayılmaya başladığını savunan federal kurumlar da var. Yani ne siyasiler ne de bilim insanları, virüsün kaynağı konusunda fikir birliğine ulaşamıyor. Hepimiz gözlemliyoruz, durum sadece ABD’de böyle değil, dünya genelinde korona virüsün kaynağı hakkında hala çokça araştırma ve haliyle çok da spekülasyon devam ediyor.
Fakat ABD başkanı Joe Biden, virüsün kaynağının kesin olarak bulunması konusunda çok ısrarcı. Beyaz Saray bu ısrarın sebebini “yeni bir pandemiye hazır olabilmek” olarak açıklasa da politik açıdan virüsün kaynağının saptanması, Çin’e ve hükümetine virüsün yayılımı konusunda ne derece suç yükleneceğinin de belirleyicisi konumunda, bu yüzden de önemli. Fakat ne bilim insanlarının ne de istihbarat örgütlerinin bugüne kadarki çalışmaları, kesin bir sonuca varmayı başaramadı. Yapılan araştırmalar sırasında Çin hükümetinin sürekli olarak sorun çıkardığı, bilgi paylaşmaktan çekindiği ve işbirliği yapmadığı, uluslararası araştırmacılar tarafından sıkça raporlanıyor. Öte yandan uzmanlar, virüsün kaynağının kesin olarak saptanabilmesinde Çinli yetkililerin işbirliğinin olmazsa olmaz bir unsur olduğuna dikkat çekiyor.
Tüm bunların ötesinde dünya çapında bilim insanlarının fikir birliğinde olduğu bir konu var; yeni bir pandeminin olma riski çok yüksek ve yükselmeye devam ediyor. Uzmanlara göre bunun bir sebebi insanların bataklıklara, ormanlara ve yerküre üzerindeki diğer çok çeşitli alanlara doğru giderek yayılması ve bu alanlara müdahalelerin artması, ve bunun sonucu olarak yeni patojenlerle karşılaşma riskinin devamlı olarak yükselmesi. Öte yandan dünya çapında et tüketimine olan düşkünlük de uzmanlara göre hepimizi yeni bir pandemi riskiyle karşı karşıya getiriyor. Çok yüksek ölçekte üretim yapan inek, domuz, tavuk çiftlikleri de uzmanlara göre yeni patojenlerin oluşması ve hızla yayılması için elverişli, dolayısıyla da riskli alanlar haline gelmiş durumda.
Yani yeni bir pandeminin ortaya çıkışında, ister laboratuvardan sızarak yayılmış olsun ister olmasın, insanlık olarak biz etkili olacağız, bilim de bunu vurguluyor. Dünya çapında virüslerle çalışan laboratuvarlardaki güvenlik standartlarının çok daha yükseltilmesinin gerekliliği hatırlatılsa da, resim bundan çok çok daha büyük aslında. Doğaya olan müdahalelerimiz sadece doğamıza zarar vermekle kalmıyor, bizleri de yeni patojenlerle karşılaşma riskiyle karşı karşıya getiriyor.
Birçok uzman bu noktada akla gayet makul gelen bir önerme sunuyor bizlere: “Kovid-19’un kaynağının araştırılması hem bilimsel hem politik olarak önemli, ama birinci öncelik bu olmamalı. Daha önemlisi yeni bir pandeminin ortaya çıkmasına engel olmak. Bunu yapabilmek için de dünya genelinde saptanan çeşitli virüsler ve risk grupları sistematik olarak taranmalı ve dikkati çeken virüsler erken dönemde etkisizleştirilmeli. Bunun yanı sıra kalabalıkları barındıran tüm kapalı ortamlarda havalandırma sistemleri üzerinde çalışılmalı ve bu sayede virüslerin hava yoluyla bulaşma riski azaltılmalı.” Uzmanlara göre bahse konu bu önlemlerin uygulanmasında virüslerin kaynak araştırması ikinci planda kalıyor.
Pek iyi bir haber olmayacak ama yeni bir pandeminin ortaya çıkması çok da uzak bir ihtimal değil!