Bugün birbiriyle hem bağlantılı hem de bağlantısız üç konuyu işleyeceğim. Her üç mesele de Türkiye‘nin bugünkü siyasal manzarasıyla alakalı bir resim ortaya koyuyor olmanın yanı sıra, aynı zamanda geleceğe dönük de bir miras bırakıyor. Hatta son iki başlık geleceği bizzat şekillendirme amacını taşıyor.
Türkiye‘nin kronik hastalığı
Her 10 yılda bir Türkiye, bir asırdan uzun bir süredir muzdarip olduğu eski hastalıklarının pençesine tekrardan düşüyor. Bir süredir aile mahremiyeti, özel hukuk ve insani sınırlara hiçbir şekilde riayet etmeyen bir Cemal Kılıçdaroğlu vakası yaşadık. Gerçekliğinden bağımsız bir şekilde, iktidarın hinterland’ındaki medyanın bir kısmı büyük bir iştahla mevzubahis şahsın ortaya saçtığı her ‚bilgiyi‘ köpürtmeye ve bunun üzerinden muhalefet partisi liderini sıkıştırmaya çalıştı. Bu ortamı fırsat bilen işgüzar bir ilçe başkanı da hem kendisini hem de Cemal Kılıçdaroğlu‘nun bu hizmetini ödüllendirmek istemiş olacak ki, kendisine AK Parti üyeliğini vermeye çalıştı. Şükür sonunda geç de olsa makuliyet ve insaf galip geldi ve AK Parti bu komediye bir son verdi. Aslında yapılanda yeni hiçbir şey yoktu. Gayet tanıdık bir manzaraydı yaşanan. Umulan bir sonucu elde etmek için her yolu ve aracı mübah gören bir yaklaşımdı sergilenen. Benzerlerini Türkiye çok deneyimledi. Bunu en son ve sistematik olarak Fethullahçılar yapmıştı.
Post-darbe dönemi ve KHK‘lar
15 Temmuz darbe girişimi Fethullahçılığın gerçek mahiyetinin hem içeride hem de dışarıda tam anlaşılmasını sağlayan büyük bir imkan sağladı. Bu örgütle esaslı bir mücadele için büyük bir zemin kazanıldı. Bu örgüte karşı girişilecek her mücadele Türkiye‘nin geleceğine yapılan büyük bir yatırımdır. Bu örgütün hibrit yapısı nedeniyle bu örgüte karşı hem askerî hem bürokratik hem de sivil alanda amansız bir mücadele elzemdir. Ama 15 Temmuz‘un tarihsel anlamı o gece yaşananlar üzerinden değil, sonrasında yaşananlar üzerinden değer kazanacaktır. Ne yazık ki gittikçe her KHK ile kamusal vicdanın kabul etmediği karar ve davranışların sayısında artış yaşanıyor. Öyle görünüyor ki belli bir süre sonra darbe girişiminin kendisini, FETÖ‘cülerden ziyade bu sürecin yarattığı mağduriyetler ve mazlumiyetler üzerinden konuşacağız. Bu süreç gittikçe bir alan temizliğine dönüşüyor algısı kamuda daha fazla taraftar topluyor. Bireysel mağduriyetlerin sosyolojik mağduriyetlere dönüşme riski var. Küçük hesaplar görülüyor ve eski defterler dürülüyor algısı hakim algı haline gelirse, darbe fenomeni ve FETÖ‘cülükle esaslı bir hesaplaşmanın yapılması akamete uğrar. Benzeri gerekçeler Türkiye‘nin Ergenekon ve diğer süreçlerle esaslı bir hesaplaşma yapmasını engelledi.
Yeni sistem arayışı
Türkiye, siyasal sisteminin iskeletine karar verdiği günlerden geçiyor. Pazartesi günü Anayasa taslağı Meclis Genel Kurulu‘na geldi. Siyasal tarih için vesika mahiyetine sahip günlerden geçiyoruz.
Ne yazık ki o gece yaşananlar, seçilen format ve mümkün mertebe kamusal tartışmadan kaçınma yaklaşımı Türkiye‘nin siyasal tarihi için geleceğe dönük negatif bir referans noktası bırakacak gibi duruyor.
Türkiye‘nin bir siyasal sistem krizi olduğu aşikar. Şüphesiz, başkanlık da en az parlamenter sistem kadar meşru bir sistemdir. Yine iki sistemden birine demokratlığı ötekisine de otoriterliği atfetmenin bir anlamı yok. Fakat ortaya konulan paket, kazanması en muhtemel aday düşünülerek hazırlanmış gibi duruyor. Erdoğan’ın istisnai bir siyasetçi olduğu ortadadır. Toplumsal tabanıyla Türkiye‘de hiçbir siyasetçinin kuramadığı bir ilişkiyi kurduğu da su götürmez bir hakikattir. Öngörülebilir gelecekte yapılacak bir başkanlık (veya cumhurbaşkanlığı sistemi) seçiminde kazanması en muhtemel adayın Erdoğan olacağını kestirmek güç değil. Ancak sistem dizaynları uzun vadeli düşünülerek gelecek kurgulamak için girişilen süreçlerdir. Böylesi bir gelecekte, örneğin Demirel benzeri bir siyasetçinin başkan olması en az İslami siyasal gelenekten gelen birinin başkan olması kadar olasıdır. Bu noktada, arzu edilmeyen bir aktörün başkan olduğu bir denklemde sistemin ne ölçüde mağduriyet ve mazlumiyet üretimini engelleyebilme kapasitesine sahip olduğu/olacağı temel mesele olarak karşımızda durmaktadır. Bu hususta ne yazık ki elimizde müspet bir resim yok.
Yine, Meclis görüşmelerinde Adalet Bakanı Bozdağ’ın, “yeni” Türkiye‘nin iskeletini belirleyecek olan yeni siyasal sistemi savunurken Atatürk ve İnönü dönemine, yani Kemalist parti devletine referans vermesi büyük bir talihsizlikti. AK Parti, önemli ölçüde bu dönemin anti-tezi olarak doğdu. Kemalist parti devleti anlayışını reddedip mahkum ettikçe toplumsal desteği genişledi. Gelinen noktada Bozdağ‘ın “yeni” Türkiye‘nin siyasal iskeletini eski Türkiye üzerinden gerekçelendirmesi, hem AK Parti‘nin siyasal mirası hem de gelecek vizyonu açısından olumlu bir resim ortaya koymuyor.
Ezcümle, Türkiye‘nin çözülmesi gereken bir sistem krizi var. Fakat ne yazık ki Meclis‘e sunulan paket ve bu sürecin yönetilme tarzı Türkiye‘nin sistem krizini çözmekten ziyade onu daha da derinleştirme potansiyeline sahip.