Türkiye dış politikası epey bir süredir bu başlıktaki gruplarla Türkiye’nin nasıl bir mücadele stratejisi veya ilişki geliştireceğine yoğunlaşmış durumda. Tabii ki buradaki her bir grup Türkiye dış politikası için aynı ağırlık veya öneme sahip değil. Hepsi terörist kavramı içerisine yerleştirilse de buradaki bazı örgütler konjonktürel ve kısa vadeli diğerleri de daha uzun vadeli ve stratejik tehdit olarak algılanıyor. IŞİD önemli oranda bir sınır güvenliği tehdidi olarak okunurken, PKK-PYD ulusal güvenlik tehdidi olarak okunuyor. Zaten Fırat Kalkanı Operasyonu’yla IŞİD sınırdan temizlendikten sonra IŞİD’le mücadele, bu mücadelenin PKK-PYD’yle mücadelede işlevsel kullanabildiği ölçüde anlam kazanmaya başladı. El Bab’tan sonra IŞİD’le mücadelenin PYD ile mücadele için fazla işlevselleştirilemeyeceğini gören Türkiye için bu mücadelenin fonksiyonel değeri azaldığından bunun için gerekli olan motivasyon da önemli oranda ortadan kalkmış durumda.
Şimdi gelelim meselenin daha çetrefilli ve daha komplike kısmına: Türkiye-PKK-PYD düğümü. Türkiye’nin 2016’nın başlarından itibaren daha fazla farkına vardığı IŞİD’le mücadelenin işlevselliğine PKK-PYD daha erken bir dönemde vardı. 2014’ün Eylül ayından 2015’in başına kadar süren IŞİD’in Kobani kuşatması, bu mücadelenin işlevselliği ötesinde kendisi için bir hayat-memat meselesi olduğu kararına vardı. Böylesi bir okumanın eseri olarak PKK-PYD kendisini tedrici fakat dozajı artan bir şekilde anti-IŞİD bir yapıya dönüştürdü. Böylesi bir karakter kazandıkça da PKK, fakat özellikle PYD bu mücadele ve yeni konumlanmadan büyük imkanlar ve avantajlar devşirmeye başladı. Jeopolitik olarak PYD, kontrol ettiği alanı önemli oranda genişletti. Askeri olarak hem IŞİD’le savaşından ciddi manada bir deneyim (özellikle şehir savaşları konusunda) hem de yüksek teknoloji askeri mühimmat elde etti. Siyasi olarak PYD bu süreçte önemli oranda bir meşruiyet kazandı. Birçok Batılı devletle direkt ilişkiler geliştirmeye başladı.
Bu yeni pozisyon alışın imkanlarını elde ettikçe de PYD, daha büyük bir iştahla kendisini anti-IŞİD bir güce dönüştürdü. Bu süreç böyle geliştikçe de Türkiye Ortadoğu’da, özellikle Irak ve Suriye’de, bölgesel bir güçten ziyade gittikçe anti-PKK/PYD bir güç gibi hareket etmeye çalıştı. Bu ülkelere veya bölgeye dair politikalarının ufuk çizgilerini PKK-PYD ile mücadele ve onları stratejik olarak geriletme hedefi belirlemeye başladı. Türkiye’nin hem ABD hem de Rusya ile ilişkilerinin merkezine de bu mesele yerleşti ve böylelikle Türkiye’nin politikalarında bir nevi bir kilitlenme halinin yaşanmasına yol açtı. Bu başlıklarda bir ilerleme kaydetmedikçe, bölgede ortaya çıkan diğer meselelere yönelik olarak Türkiye anlamlı politikalar geliştir(e)memeye başladı. Dolayısıyla, Türkiye-Suriye-Irak veya Türkiye-PKK-PYD ekseninde veya hattında bir düğüm oluşmaya başladı.
Bu düğümün nasıl çözüleceğini veya nasıl bir hal alacağını post-IŞİD veya post-Rakka operasyonu dönemi belirleyecektir. IŞİD tehdidi azaldıkça ve dolayısıyla da bu tehditle mücadeleden elde edilecek imkanlar ortadan kalktıkça, PKK-PYD’nin kendilerini yeni döneme nasıl adapte edecekleri sorunu başlayacaktır. Anti-IŞİD’çiliğin işlevsizleşmesi, PYD’yi yeni bir karakter kazanmaya veya jeopolitik kimlik edinmeye zorlayacaktır. Burada da PYD’nin anti-IŞİD bir güçten bir Kürt örgüte dönüşme meselesi başlaması kuvvetle muhtemeldir. Bu yeni dönemde PYD’nin yerel ve uluslararası ‘müttefikleriyle’ nasıl bir zeminde ilişki geliştireceği ve bu ilişkilerin mahiyetlerinin ne olacağı cevaplanmayı bekleyen büyük sorular olarak orada duracaktır. Çünkü PKK-PYD gerçekçi olmayan bir güç ve imkan okuması yapıyor. ABD ve Rusya’yla yapılandırılmış ilişkilere sahip olması PYD’nin bu ülkelerle müttefik ilişkilerine sahip olduğu manasına gelmiyor. Ne Cenevre ne de Astana’da hiçbir güç PYD masada olmadığı için diplomatik süreci akamete uğratmayı düşünmedi. Önümüzdeki dönemde bunun değişeceğine dair bir emare de görünmüyor. Yine, PYD bugün kontrol ettiği alanlarda savaş ekonomisi uyguluyor. Post-IŞİD dönemde nasıl bir ekonomik model ortaya koyacağı muammalı gözüküyor.
Bunlara ilaveten, PKK-PYD arasında savaş koşullarının ortadan kaldırdığı veya görünmez kıldığı bazı farklılaşma veya ayrışmaların, post-çatışma döneminde daha fazla ortaya çıkması ihtimal dahilindedir.
Birincisi, her iki yapının DNA’larının birbirlerinden farklılaşması ve bunun sonucu olarak da bu iki yapının birbirlerinden ayrışması muhtemeldir. PKK hala bir örgüt ve bir örgütün öncelikleri, hesaplamaları ve hedefleriyle hareket ediyor. Her gün yönetmesi gereken bir alana sahip değil. PYD ise elinde yönetmesi gereken bir alana sahip. Elde ettiği kazanımlarını sürdürebilmek için bir örgütten bir yönetim organına geçiş yapması gerekir. Belediyecilikten, sağlığa, ekonomiden altyapı meselelerine kadar cevaplaması gereken sorular ve yönetmesi gereken başlıklarla uğraşmak zorunda. Mevcut durumun her iki yapının DNA’sında tedrici bir farklılaşmaya yol açması kuvvetle muhtemeldir.
İkincisi, gücün doğasıyla ilişkili olarak PKK-PYD arasında belli bir ayrışmamın yaşanması olasılık dahilindedir. PYD ilk ortaya çıktığından bugüne kadar sadece ideolojik ve organizasyonel yapısı nedeniyle değil de aynı zamanda diğer bütün ihtiyaç kalemleri için de PKK'ya bağımlıydı. PKK, ona ihtiyaç duyduğu kadrolardan, mühimmat desteğine kadar, ekonomik imkanlardan know-how aktarımına kadar her alanda destek sunuyordu. Örgütsel yapısını şekillendiriyordu. Örneğin PYD, PKK medyası üzerinden propogandasını yapıyor ve dünyaya ulaşıyordu. PKK'nın Avrupa'da ve diğer yerlerde inşa ettiği network üzerinden hem para topluyor hem militan devşiriyor hem de ilişki geliştiriyordu. Bu da Kandil ile Rojava arasında hiyerarşik bir ilişkinin doğmasına yol açıyordu. Fakat bu resim değişiyor. PYD artık silaha direkt olarak ulaşabiliyor. Yeni ve genç savaşçı ihtiyacının büyük kısmını Suriye'den karşılıyor. PKK'dan daha fazla uluslararası meşruiyete sahip ve yeni uluslararası ağlar inşa ediyor. Kendisine ait bir medya ağını oluşturuyor. Artık farklı para kaynaklarını oluşturmaya çalışıyor. Bu durum PKK'nın PYD etrafında inşa ettiği çelik kontrol mekanizmasının ortadan kalktığını henüz göstermiyor. Fakat ikisi arasında kısmi bir ayrışmaya yol açacak ve hiyerarşik ilişkinin yapısını değiştirecek yeni bir trendin varlığına işaret ediyor. Önümüzdeki dönemde Kandil ile Rojava arasındaki hiyerarşik ilişki muhtemelen yerini iki eş değer güç odağına yerini bırakacak gibi duruyor.
Bu iki trend önümüzdeki dönemde PKK-PYD için önemli bir meydan okuma olarak duruyor. Buna karşın, post-IŞİD dönemde PYD ile ENKS'nin bir şekilde anlaşma ihtimali var. Bu da Türkiye için farklı bir meydan okuma demek olacaktır. Türkiye'nin bugüne kadar meşru bir aktör olarak tanıdığı, Cenevre'de yer almalarında sorun görmediği, Barzani'ye çok yakın Suriye Kürt Ulusal Konseyi ile PYD anlaşırsa ve Rojava yönetiminde bu iki grup birlikte yer alırsa (tabii ki farklı ağırlık ve oranlarda), Türkiye buna nasıl bir cevap verecektir? Çünkü bu gerçekleşirse, PYD bölgeleri üzerinde varolan hem Türkiye hem de Barzani'nin ambargolarının Barzani ayağını ortadan kaldırır.
Öyle görünüyor ki önümüzdeki dönemde PYD anti-IŞİD bir örgütten yeni bir yapıya evrilmenin sorun ve meydan okumalarını yaşayacak. Türkiye ise anti-PKK/PYD bir güçten ziyade yeniden bölgesel bir güç gibi siyaset ve vizyon geliştirmenin sıkıntılarıyla yüzleşmek durumunda kalacak gibi gözüküyor.