Avrupalılaşma, Batılılaşma ve demokratikleşme uzun bir süre eş anlamlı kavramlar olarak kullanıldılar. Aslında coğrafik bir alanı tarif eden ilk iki kavram, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin hem ilham kaynağı hem referans noktası hem de ölçütü olarak kullanılıyorlardı. Bu dönemlerde Batı ve Avrupa kavram ve fikrine abartılı normatif anlamlar yükleniyordu. Bu da bu kavramlarla sağlıklı bir ilişki kurulmasını engelliyordu.
Son yıllarda bu kavramlar arasında fazla düşünülmeden kurulan bağların çözüldüğüne şahit oluyoruz. Avrupa’da/Batı’da her geçen gün daha fazla güç kazanan aşırı sağ ve sol popülizmi, Avrupa’nın hem içeride hem de dışarıda ‘Avrupalı’ olmayanla anlamlı bir ilişki kuramaması, yükselen İslamofobya ve ırkçılık dalgası ve izlenen mülteci politikası bu kavramlar arasındaki bağın kopmasına yol açtı. Bu trendin bir sonucu olarak bugün Batıcı/Avrupacı entelektüel ve toplumsal kesimler sadece Türkiye’de değil Ortadoğu başta olmak üzere birçok Batı-dışı coğrafyada siyaseten marjinalleşiyorlar.
Fakat bugün de tersinden yine abartılı ve reaktif bir Avrupa/Batı okumasına şahit oluyoruz. Aslında bugünkü Avrupa okuması bir önceki Avrupa okumasına benzemektedir.
Avrupa’yı daha önce büyük ölçüde değersel ve kimliksel temelli okumanın bir yansıması olarak bugün Avrupa’ya dair güçlü değersel ve kimliksel temelli eleştirilere şahit oluyoruz. Bu durum da resmin tamamını ıskalamamıza, daha çıkarsal olanı göremememize yol açıyor. Mevcut tartışmalarda adeta AB süreci, ulusal çıkar, ekonomik kalkınma, kurumsallaşma, demokratik gelişim gibi başlıklar için bir anlam ifade etmiyor gibi hareket ediyoruz. Muhtemelen biraz da bununla ilişkili olarak siyasal söylemde uzun bir süredir demokratikleşme ve reform kavramlarının pek esamesi okunmuyor.
Bu yeni yaklaşımın soğukkanlılıkla fayda-maliyet analizi yapılabilmiş değil. Yani çıkar temelli bir okumada AB sürecinin bu ölçekte değersizleştirilmesinin Türkiye’ye ne getirisi olacağı, onu hangi alanda daha güçlendireceğine dair henüz makul bir değerlendirme ortaya konulabilmiş değil.
Şüphesiz AB sürecine de Batı’yla ilişkilere de Kemalist elitlerin daha önce yüklediği kimliksel anlamları yüklemek pek sağlıklı olmazdı. Bu abartılı anlamlar, abartılı ve doğal olmayan beklentilere yol açtılar. Bu beklentilerin de hayal kırıklıklarıyla sonuçlanması kaçınılmazdı. Anlam-beklenti ve sonuç arasındaki makasın açıklığı da Kemalistlerin Batı ile kurduğu ilişkilerde yaşadıkları trajedi ve duygusal savrulmaları kısmi olarak açıklamaktadır. Başka bir ifadeyle, Batı’ya karşı beslenen aşk-nefret ilişkisi ile ideolojik tutarsızlığın temellerini Kemalistlerin Batı algısı ve beklentilerinde aramak lazım. Bu aşılması gereken sağlıksız bir yaklaşımdı.
AK Parti’nin ilk dönemlerinde sistemde güvenlik ve dışarıda meşruiyet arayışının bir sonucu olarak izlediği AB siyasetini sürdürmenin de ne Türkiye’de ne de Avrupa’da bir zemini yoktu. Fakat bundan yola çıkarak Türkiye’nin AB sürecini ve AB’nin kendisini tamamıyla değersizleştirmenin de bir anlamı yok.
Türkiye’nin AB üyelik sürecinin ilerlemediği ve daha uzun bir süre de ilerlemeyeceği aşikar. Son birkaç yılda yaşananlar Türkiye-AB ilişkilerini negatif etkilese de buradaki tıkanmanın ana gerekçesini oluşturmuyor. Çünkü Türkiye’nin AB süreci Gezi Parkı eylemleriyle başlayan son 3-4 yıllık türbülanslı süreçte sekteye uğramış değil. Tam aksine, Türkiye-AB ilişkilerinin altın yılları olarak adlandırılan 2004-2007 yılları arası dönem aynı zamanda Türkiye’nin AB sürecinin tıkanma yıllarıdır. 2004’te sınır sorununu çözmemesine rağmen Güney Kıbrıs’ın AB müktesebatına aykırı olarak Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB’ye üye yapılması, 2005 ve 2007’de Almanya ve Fransa’da Merkel ve Sarkozy’nin seçimleri kazanması, bunların akabinde müzakere başlıklarının dondurulması ile tam üyeliğe alternatif olarak imtiyazlı ortaklık önerilerinin masaya konulması Türkiye’nin AB üyeliği ve perspektifini fiili olarak inkıtaya uğratmıştı.
Bu ülkeleri bu kararları almaya sevk eden ana gerekçe Türkiye’nin müzakere başlıklarını hayata geçirmedeki başarısızlığından ziyade kimliği oluşturuyordu. Türkiye’nin kimliği nedeniyle AB tarafından farklı bir muameleye tabi tutulmasının da Türkiye’de karşıt bir kimliksel veya kültürel tepkiyi doğurmaması kaçınılmazdı. Bu anlaşılabilir bir tutum.
Fakat Türkiye’nin AB’yle ilişkilerinin ve Avrupa perspektifinin bu ölçekte değersizleştirilmesinin yine de rasyonel bir zemini yok. Ne Şangay İşbirliği Örgütü’nün ne de şu anki başka bir kurumsal ittifakın Türkiye’nin Batı/AB/NATO ile kurduğu kurumsal ilişkilere alternatif olabilecek bir mahiyeti var. Medya veya siyasal çevrelerde bazen işlenen Şangay İşbirliği Örgütü’ne üyelik ‘neden Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerinin alternatifi olsun?’ retoriğinin gerçekçi bir zemini yok. Türkiye’nin aynı anda hem NATO hem de Rusya ve Çin’in (sırasıyla NATO’nun tarihsel kimlik kurucu ortak ötekisi ve bugünkü ortak ötekisi olma adayı) ana aktörler olduğu Şangay İşbirliği Örgütü’ne üye olamayacağı ortadadır. Peki, bu durumda ne yapılmalıdır?
Mevcut resim Türkiye-AB/Avrupa ilişkilerinin daha gerçekçi ve yeni bir zeminde yeniden şekillenmesini gerekli kılıyor. Üyelik sürecinin ve perspektifinin uzun bir süre gerçekçi olmayacağı herkesin ortak kabulünü oluşturuyor. Bu nedenle ileride gerçekleşebilecek veya tekrardan tartışılabilecek üyelik sürecini tamamıyla dışlamadan, Türkiye-AB ilişkilerini üyeliğin dışında yeni bir çerçeve üzerinden tekrardan şekillendirmek gerekir. Bu yeni çerçeve daha elde edilebilir hedeflerle siyasal koşulluluğu içermelidir. Türkiye, burada pro-aktif bir tutum almalıdır. Kendisi AB’ye bir çerçeve sunmalıdır. Bu şekilde tartışmayı şekillendirmelidir. Brexit sonrası AB’nin İngiltere ile ilişkilerini yeni bir çerçeve üzerine inşa etme zorunluluğu, Almanya’nın daha önce tam üyelik perspektifine alternatif olarak teklif ettiği imtiyazlı ortaklık önerisi ve Türkiye-AB arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisi dikkate alındığında, bu yeni çerçevenin AB içerisinde birçok alıcısının olacağını kestirmek güç değil. Bu vesileyle Türkiye-AB ilişkilerini ‘ya hep ya hiç’ bağlamından çıkarıp daha rasyonel bir zemine oturtulması imkanı doğar.