Trump hadisesi Batı içi veya paradigma içi bir tartışmayı tetiklemiş durumdadır.
Trump, Müslümanlar, Batı’da yaşayan farklı kimlik grupları, azınlıklar, göçmenler, hatta Yahudi damadına rağmen Yahudiler ve mülteciler için ibrenin daha da negatife döndüğü bir dünyanın habercisi konumundadır. Fakat, Trump’tan daha kötüsü Trumpizmin kalıcı bir rüzgara dönüşmesidir. Bunun önüne geçmek ancak Trump fenomeninin doğru anlaşılması ve analiziyle mümkündür.
Trump’ın vulgar dili, ırkçı uygulamaları, nefret siyaseti vesaire gibi negatif özellikleri Trump analizlerinde rasyonel olanla bağın kopmasına yol açmamalıdır. Hatta post-gerçeklik gibi revaçta olan yeni kavramlar Trump ve popülist dalganın anlaşılmasına katkı sunsa da bu kavramların aşırı kullanılması veya kompleks meselelerin anlamlandırılmasında bu ve benzeri kavramlara kolayca başvurulması, zihnî bir konfora yol açıp meselelerin asıl mahiyetlerinin anlaşılmasını engelleyebilir. Ne yazık ki Trump analizlerinde rasyonel ile emosyonel çok rahatlıkla iç içe geçebiliyor.
Avrupalıların Trump tepkisi gittikçe Washington’da bir yönetim değişiminden ziyade bir rejim değişimi yaşanmış gibi cereyan ediyor. Münih Güvenlik Konferansı’nda katıldığım bir oturumda bir üst düzey Avrupalı yetkilinin Amerikan muhalefetiyle nasıl çalışabileceklerine dair sorusu bu duyguyu açık bir şekilde dışa vuruyordu. Yeni ‘rejim’, sadece ABD’deki eski ‘rejimi’ yerinden etmekle kalmadı, ABD’deki bu eski ‘rejim’ aynı zamanda ikinci dünya savaşı sonrası dünyaya hakim olan liberal dünya düzeni ‘rejiminin’ garantörü olduğu için, ABD’de yaşanan bu ‘rejim’ değişikliği aynı zamanda global bir rejim değişikliğinin de öncüsü ve habercisi olarak okunuyor.
Yaşananları bu şekilde kavramsallaştırınca biraz tuhaf veya abartıya kaçılmış görünebilir. Fakat geçen hafta Al Sharq Forum ile GMF’in Washington’da ortak düzenlediği yeni dönemde Türkiye-ABD ilişkileri programı öncesi, esnası ve sonrasında Washington’dan edindiğim izlenimler ile akabinde katıldığım Münih Güvenlik Konferansı’nda izlediğim tartışmalar, ABD’de yaşananların Avrupalılar ve Trump karşıtı ABD’liler tarafından temelde bir rejim değişikliği olarak okunduğunu ortaya koyuyor.
Trump, bir öfke birikiminin temsilcisidir. Onu oraya getiren güçlü bir yapısal zemin oluşmuş durumda. Fakat Batı’daki Trump karşıtı dalganın en büyük handikapı, büyük oranda emosyonel bir siyasetin tesirine girdikleri için, bu öfke birikimini oluşturan yapısal faktörleri rasyonel bir analize tabi tutup, buna yönelik cevaplar üretmekten ziyade, bu öfke birikimine bir öfke patlamasıyla cevap veriyorlar. Ortaya konan, öfkenin şekillendirdiği temelde reddiyeci bir siyasettir.
Öfke birikimini oluşturan yapısal zemin orada durduğu müddetçe Trump bir şahsın ismi olmaktan çıkıp güçlü bir dalganın markası haline dönüşür. Trump, dünün hataları, adaletsizlikleri ve çelişkileri üzerinden var oldu. Trump karşıtı dalga ise onu, bugünün normları üzerinde reddiyor. Trump’ı var eden maddi zemine dokunmadan, onu sadece normlar üzerinden reddetmek, o normların daha da fazla bir elit projeksiyonunun eseri olarak görülmesine, dolayısıyla geniş kesimler tarafından ‘yabancı’ olarak kodlanmasana yol açar. Trump zaten tam da o normları ve o normlar üzerine inşa edilen müesses nizamı temsil etmediği inancıyla seçmenlerin bir kısmından rağbet gördü.
Bu çerçevede, Trump karşıtı dalganın Trump’ı paketleme ve etiketleme arayışları, kendi mücadelelerine zarar vermesi kuvvetle muhtemeldir.
Trump, büyük ihtimalle destekçilerine vaad ettiği refah ve saadeti sağlayamayacaktır. Fakat, onun bu noktada başarısız olması anti-Trump bir adayın önünü açmayabilir. Mevcut yabancılaşma ve memnuniyetsizlik halinde bir değişim yaşanmadığı takdirde, sistem yeni Trump’lar veya Trump 2.0 üretmeye devam edebilir. Ta ki birikmiş öfke, geleceğe dair korku ve güvenlik arayışı üçlüsünün ortaya çıkardığı ‘Trumpizm’in bu başlıklardan hiçbirisine deva olamayacağı veya bu dalganın arzularının adresi olmayacağı idrak edilene kadar. Tabii bunun idraki oldukça uzun sürebilir. Yani Trump iktidarda uzun erimli olamayabilir ancak Trumpizmin yaşamasının güçlü bir zemini var. Dolayısıyla, Trump’ın düşmesi Trumpizm perdesini kapatmayabilir. Trump karşıtı dalganın bu öfke birikimini anlamaya ve ona yönelik sahici cevaplar üretmeye ihtiyacı var.
Trump’ın iktidara gelişini rejim değişimi olarak okuyanların diğer bir handikapı ise, demokrasi kavramınının adeta içinin boşaltılırcasına bir liberal ve normatif söyleme başvurmaları oluşturuyor. Batı-dışı, liberal değerler karşıtı, liberal uluslararası düzeni hiçe sayan Trump rejimi bu değerler üzerinden reddediliyor.
Başka bir ifadeyle liberal anlatı, Trump’ı Batılı değerlerin ötekisi olarak kodluyor. Değerler üzerinden bir dil ve siyasetin tekrardan dinamizm kazanması olumlu bir gelişmedir. Fakat bu durum, mevcut dilin indirgemeciliğini ortadan kaldırmıyor. Örneğin, Trump reddiyesinde Batılı değerler ile liberal değerleri bir ve aynı gören bir yaklaşım sergileniyor. Bu sadece Batı’nın siyasal veya değersel tarihini temize çeken bir işlev görmekle kalmıyor, bugünkü Batılı toplumlardaki yükselen dalga veya değerleri ıskalıyor. Tabii ki bilinçli olarak. Bu dalgayı Batı dışına atmayı veya Batı dışına ait olduğunu resmetmeyi arzulayan bir yaklaşımdır bu. Bunun da uzun bir tarihsel arka planı mevcut.
Bu parantezi şimdilik kapatalım. Liberal dünya düzenini savunanlar şunu ıskalamamalıdırlar: bu tasavvurları ancak güçlü bir toplumsal desteğe sahip olduğu ölçüde global hegemonyasını sürdürebilir. Bu nedenle liberalizm ile demokrasi gerilimi kendi tasavvurlarının geleceği için pek parlak bir resim ortaya koymaz. Bu yeni popülist dalganın güçlü temsilcilerinden Macaristan Başbakanı Viktor Orban Kasım 2016’da, “... son yirmi yılın hakim anlayışı olan liberal demokrasilerin sona erdiği ve bunun yerine gerçek demokrasilerin doğumuna şahit olduğumuz bir zaman diliminden geçiyoruz” ifadelerini kullandığında, nasıl bir fay hattına dokunduğunun gayet farkındaydı.
Bu iki değer arasında her geçen gün artan bir gerilim olduğu inancı liberalizmi zayıflatır. Ki, Arap Baharı sürecinde İslamcıların her geçen gün bu dalgadaki başat aktör haline gelmesi Batılı birçok mahfilde bu demokratikleşme dalgasının pek de matah birşey olmadığı algısının gelişmesine yol açtı. Her geçen gün demokrasi talebi daha yoğun bir şekilde liberalizmin karşısında konumlandırıldı. Mısır darbesinin Ortadoğu’da sekülarizm ve liberal değerleri koruyan bir tarafı olduğu algısı, Batılı bazı çevrelerde bu darbenin mazur veya makbul görülmesine yol açtı.
Velhasıl, liberal olmayan demokrasiler hadisesi nasıl sorunsallaştırılıyorsa demokrasiyle sorunlu liberalizm de o ölçüde sorunsallaştırılmalıdır.
Daha da açık ifade etmek gerekirse; herhangi bir kural, değer ve norm ile bağı kopmuş demokrasi anlayış da demokrasiyi ve toplumsal iradeyi ikincil derecede önemli gören liberal yaklaşım da yaşadığımız mevcut krizlerin aşılmasına öncülük etmeyecektir.
Soğuk Savaş sonrasında medeniyetler arası çatışmaların dünya siyasetinde ana mücadele ve gerilim eksenini oluşturacağını ifade eden Huntington bugün yaşasaydı mevcut durum karşısında nasıl bir muhakeme yürütürdü bilinmez. Ama Batı’daki manzaraya bakınca Huntington, büyük ihtimalle mevcut dönemi, medeniyet içi tartışma ve gerilimin medeniyetler arası mücadele kadar ehemmiyet kazandığı bir ara dönem olarak tanımlaması kuvvetle muhtemel olurdu diyebiliriz.